Cemre düşmeden

Bu yazıyı yazdıktan sonra Ankara yoluna düşeceğim. Ankara’da, Nazım’da “tarikatları” konuşacağız yoldaşlarla. Düşündüm, uzun zaman geçmiş son Ankara yolculuğunun üzerinden. Son gidişimde şimdi müze haline getirilen Ulucanlar Cezaevini de ziyaret ettim. Yatmışlığım var. Giriş ücretli. Gişedeki görevliye “burada vaktiyle yatanlara giriş bedavaymış” dedim. Telaşlandı. “Yok, bize bildirilmedi” dedi. Güldüm, uzattım ücreti. Kapitalizm müthiş, bir zamanlar zorla tıkıldığın yere girmek için ücret alıyor. Dolaştım, koğuşumu ve yattığım ranzayı buldum. Yatağa doğru eğildim, evet Ankara Kalesi bütün ihtişamıyla yerli yerinde. Ranzaya uzandığımda gördüğüm bir manzaraydı bu ki, mahpusta paha biçilmez.

Ulucanlar Cezaevi, Mesut Ağabeyin (Mesut Odman) mübarek Cuma günü soL’daki yazısını okurken aklıma geldi. Yazıda genç yaşta intihar eden Cemre’den söz ediyordu. Ankara’da Mesut Ağabey’le tanıştığımda Cemre’nin yaşındaydım sanırım. Dergi çıkarmaya karar vermiştik, Ankara’da toplandık. Mesut Odman’ı, Durmuş Tiryaki’yi, Candan Baysan’ı, İlhan Akalın’ı o toplantıda tanıdım. Galiba toplantının en genci bendim. Çıkardık dergiyi. Yazı işleri Müdürlüğü görevi bana düştü. Ülkenin kederli-karanlık zamanlarındaydık yine. Dergimiz Toplumsal Kurtuluş ülkeyi sallıyordu. Önce gelip beni aldılar, taa Isparta’dan. Sonra kim varsa topladılar. Aramızdan dördünü tutuklayıp Ulucanlar’a tıktılar. Yattık üç-beş ay. Ankara’yla ilgili en canlı anım bu.

Durmuş, e-posta yolladı ben Ankara yoluna düşmeden; “Toplantıya gelmek istiyordum ama hastayım. Başarılar” dedi. Mesut Ağabey de sağlık sorunları yaşıyordu. Umarım görüşürüz. Hepsini, ayrımsız, tanıdığıma memnunum. Müthiş bir kuşaktır. Ama keşke, keşke Cemre’lerin ardından kederli yazılar yazmak zorunda kalan bir kuşak olmasaydık. Keşke!

***

Ne hocalığım var, ne de hatipliğim. Kalabalıklar önünde konuşmak sıkıntılı benim için. Mevzuya ne kadar vakıf olursan ol, kalabalıkların gözüne bakarak efradını cami ağyarını mani bir çerçeve çizmek zor iş. Başarırım umarım.

Tarikat, bu ülke için yeni bir sorun değil zaten. Osmanlı dediğimiz yapılanma tarikatların içinde doğdu. Aşiret bu topraklara Dervişlerin peşinde gelip yerleşti. Haliyle Osmanlı devletinin doğuşunda tarikat damgası var.

Kimden söz ediyoruz? Bektaşilikten. Gerçi Hace Bektaş ile Osmanlı’nın kuruluşu arasında birkaç on yıl var ama hala Hace Bektaş’ın sultana kılıç kuşandırdığına, Bursa’nın fethine katıldığına inanlar var. Hace Bektaş Osmanlının içinde olmasa bile, Bektaşilik içinde, bunu biliyoruz. Askeri güçlerin manevi eğitimi de onlara bırakılmış bu nedenle. Bu misyon giderek askeri aygıtla Bektaşiliğin özdeşleşmesine neden olmuş. Yeniçeriliğin Bektaşilikle birlikte anılmasının nedeni bu.

Ama İran merkezli Şii-Safevi devletinin yol açtığı rekabet Osmanlı sultanlarının Bektaşilikten uzaklaşmasına yol açmış. Çünkü Safevi Devleti'nin kuruluşunda güçlü bir Türkmen-Kızılbaş desteği var. Şamlı, Afşar, Kaçar, Çağırganlı, Karamustafaoğlu, Tekeli, Humuslu, Ustaclu, Dulkadirli, Varsaklar bu devlete destek vermiş, kuruluşunda rol üstlenmiş. Üstelik yakın akrabaları olan Kızılbaşlar ı sırada Anadolu’nun her yerinde etkili bir güç. Osmanlı sultanları bu gücün İran yönüne akacağından ve kendileri için büyük bir tehdit yaratacağından kuşkulanmış. Bu korkuyla Kızılbaşları ezdikçe Bektaşilik de gözden düşmüş.

***

1800’lü yılların denklemi budur. III. Selim ve II. Mahmut Yeniçeriliği halletmeyi düşünürken, Bektaşiliği ne yapacaklarını da planlıyorlardı. Yeni kurulan orduların eğitimini Mevlevilere ve Nakşilere verdiler ama Yeniçeri-Bektaşi yapılanması hala büyük bir güçtü. 1826’ta Vaka-i Hayriye ile 6000 yeniçeriyi öldürüp ocağı dağıttıktan sonra Bektaşiliği de kovuşturmaya başladılar. Sürgünler, katliamlar, kovuşturmalar yıllarca sürdü. Bektaşi tekkelerine el koyup mallarını, mülklerini Mevlevilere ve Nakşilere verdiler. Bektaşiliğe karşı uzun yıllar süren bir propaganda savaşı sürdürdüler. Bektaşiliğin Alevilikle, Hace Bektaş’ın Ahmet Yesevi ile ilişkilendirilmesi o yıllardadır. Bugün hala yaşayan Bektaşilerin inançsızlığına değin fıkralar da o propaganda savaşının bakiyesidir.

Bu savaşın ilk sonucu Bektaşiliğin Mevlevilik içinde gizlenip varlığını sürdürmesi oldu. Bunun üzerine Saray devletin tarikat işlerini Nakşiliğin üstlenmesine karar verdi. 20. Yüzyılın başında Nakşilik devletlü bir tarikattı.

E böyle diye diğer tarikatlar silinip gitti mi? Tam tersine, sarayın dışında hem Bektaşilik, hem de Mevlevilik varlığın sürdürdü. Gelişmekte olan Masonlukla da bazı ittifaklar kurarak etkili bir muhalefet hareketine dönüştü. Örneğin Mustafa Kemal Mevleviydi. Nazım Hikmet’in ilk şiirleri Mevlana üzerineydi. Tuhaf, Kemalist Cumhuriyet bütün tekke ve zaviyeleri kapatırken Konya Mevlevihanesini müze haline getirerek açık bırakmayı tercih etti.

***

Bizim bugün tartıştığımız tarikat geleneği ise Nakşiliktir. Ana gövdesi, Tanzimat’tan bu yana oynadığı uğursuz rolü Cumhuriyet’te de sürdürdü. Reformlara direndi, Menemen’de olduğu gibi yer yer sert direniş gösterdi. 31 Mart’tan Kanlı Pazar’a uzanan karanlık bir roldür bu. Ondan türeyen iki kol ise bugünkü kadroların yetişmesi ve devşirilmesinde rol üstlendi. Biri Said’i Nursi’nin Nurculuğudur. Diğeri Necip Fazıl’dır. Her ikisi de Nakşi olarak başladılar, bu tarikatın ana gövdesinin dışında bir yol izlediler.

Necmettin Erbakan’ın temsil ettiği hareket bir Nakşi-Nurcu ittifakıydı. 12 Eylül’e kadar hep politikanın içinde oldular, devletle yan yana bir yaşam sürdürdüler. 12 Eylül bu geleneğe çağ atlattı. Said-i Nursi talebelerinin “hizmet” bölüğü devlet içinde hızla örgütlendi. Nakşiler ise ANAP’ta, DYP’de etkili bir siyasal güç olmaya devam etti. 1990’lı yılların sonuna doğru devlet, 1800’lü yılların başındaki gibi yeniden tarikatların elinde bir oyuncağa dönüşmüştü.

***

Gerisi malum. Nur talebeleri, Necip Fazıl tosuncukları ile kapıştı. 17-25 Aralık’ta yaptıkları ilk atak Necip Fazılcılar tarafından püskürtüldü. Sonra 15 Temmuz atılımını yaptılar ve yine püskürtüldüler. Bir tarikat gitti, bir tarikat kaldı. Kalanlar Nur Talebelerinden boşalan boşluğu diğer tarikatların kapatması için teşvik ediyor. Çünkü tarikatsız, cemaatsiz yönetmeyi bilmiyorlar. Böylece Cumhuriyet ile kurulan modern devlet hızla bir tarikat-cemaat yapılanmasına dönüşüyor. Karşı devrimdir bu.

Çünkü cumhuriyet tarikatları, cemaatleri dağıtıp, bakiyesiyle yeni bir halk yaratma işidir. Bu ülkede bir halk olmaya yanaştığımız dönemlerin, aynı zamanda cemaat ve tarikatların en güçsüz olduğu dönemler olması rastlantı değildir.

***

Ankara’da dostlarla ne konuşuruz bilmiyorum. Ama ana fikri elimde… Yeniden bir halk olacaksak ve cumhuriyeti yeniden ayakları üzerine yükselteceksek bu cemaatlerden, bu tarikatlardan kurtulmamız şart. Yoksa Cemrelerin ardından acıklı yazılar yazmaya devam ederiz. Yakışmaz bize.

Demek ki akıllarımızı, fikirlerimizi, bilgilerimizi, gücümüzü birleştireceğiz. Ya bir yol bulacağız ya bir yol olacağız. Başka “tarik”imiz var mı?

Yeni bir Cemre düşmeden ama…