Baytar Mektebi’nin sırrı

II. Abdülhamit’in “eğitim reformu”nun ürünü olan bir okulun mezunuyum. Cumhuriyet döneminde kabuk değiştiren Halkalı Ziraat Okulu, II. Abdülhamit döneminde ordunun baytar ihtiyacını karşılamak üzere “Baytar Mektebi” adıyla kuruldu. “Batı tipi” eğitim vermek üzere tabii. Öğrencileri de Batılı bir kafaya sahip oldu haliyle, çoğu Hamit’e başkaldırdı. “Baytar mektebinden baytar da çıkar”, kural bu. Devrimci dönemlerde mesleği yapmamak esastır. Ziya Gökalp, Mehmet Akif gibi ünlü öğrencileri ağırladı. Bizim "Baytar Salih", TKP Genel Sekreteri Salih Hacıoğlu da okulun mezunu. Hatırladığım kadarıyla partinin önemli toplantılarından biri de bu okulda yapıldı. Yakın zamanda kapatılana kadar bu asi ruhunu korudu okul. Gezgin Mimar D'Aronco’nun tasarladığı sevimli ana binası hâlâ ayakta. Alt katı derslik, üst katı yatakhanemizdi. Parasız yatılıydık, yedi gün yirmi dört saat içindeydik, mecburduk, severdik…

Abdülhamit gerçekten de reformcu bir padişahtır. Yalçın Küçük’ün dediği gibi, Tanzimat’ın ürünü olmanın yanında, Tanzimat’ın meyvelerini toplayabilmiş bir yöneticiydi; saltanat dönemini son derece yapıcı ve kalıcı işlerle geçirmişti. Pek çok alanda bugüne kadar kalan kurumların birçoğunun temeli onun zamanında atılmıştı. 

Ama evet, “aydınlarının çok kızdığı ve halkının çok sevdiği bir sultan” olmuştur. İlave edeyim, karanlıkla dövüşen aydının karanlığın sahibinden nefret etmesi doğaldır. Henüz halk olamamış gölgeli bir halkın kendisine benzeyen sultanı sevmesi de öyle. Sultan Hamit halk olmak istemeyen bir halkın sevgili sultanıdır. 

“Mülkünün”, ordusunun, parasının gün geçtikçe Batının gücü karşısında eriyip gittiğini görüyordu. Kurtuluş yolu arıyordu ama ülkesi bütünüyle Batı sermayesinin kontrolündeydi. Devlet üst kademe yöneticileri Batılı emperyalistlerin komisyoncusuna dönüşmüştü. O da aynı yolu seçti, Doğan Avcıoğlu’nun deyişiyle “1 numaralı komprador” oldu. Zaten vergi toplama yetkisini yabancı devletlere teslim etmiş, mahkûm olmuştu. Ama o arada yabancı bankalarda hatrı sayılır bir servet biriktirmeyi ihmal etmedi. Yalnız Deutsche Bank’taki parası bir milyon seksen bin altın tutarındaydı. Daha önce aktardık, borsa oyunlarına pek meraklıydı. Yobazdı yobaz olmasına ama faiz-maiz takıntısı yoktu bugünküler gibi. 

Operaya, polisiye romanlara düşkündü ama bunlar tuhaf korkularının esiri olmasına engel olamıyordu. Mesela elektriğe hep kuşkuyla baktı. “Dinamo” ona “dinamiti” çağrıştırmıştı. O nedenle Halep’e, Manastır’a, hatta Bursa’ya elektrik aydınlığı İstanbul’dan önce girdi. Haliyle reformları da pek bir işe yaramamıştır. 

1908’de alaşağı ettiler. Hamit’i devirenler, eksik bıraktığını düşündüklerini tamamlamaya girişti. Milli ve yerli bir tüccar sınıfı-burjuvazi-yaratmak istiyorlardı. İlk “milli iktisat” denememizdir. Her mahallede bir zengin yaratma hayalimizi bu döneme borçluyuz. İlk kalkınma denememizdir ve başarısız olmuştur.

***

Başarılı olmuş örnekleri var. Rus modernleşmesinin mucidi “Büyük Petro” değil sözünü ettiğimiz yalnızca. Rusya Ekim Devrimi’nden sonra müthiş bir yol tutturdu. Sanayi kapitalizmini yetişip geçmeyi planladı; az zamanda yetişti, geçti. Komünist Parti “az gelişmiş” Rusya’yı bir sanayi toplumuna dönüştürdü. İşçi sınıfına dayalı bir sanayileşme yoludur. 

Japonya örneği başka bir yoldur. 1868’de Şogun yönetimini ortadan kaldırarak iktidarı ele geçiren İmpator Meiji bir Batılılaşma programı yürüttü. Tıpkı bizim Hamit ve dedeleri gibi Batı ile baş edebilmek için kuvvetli bir orduya ve güçlü bir sanayiye ihtiyaç olduğunu düşünüyordu. Bunun için gereken sermaye birikimi devlet eliyle gerçekleştirilecek ve sanayi burjuvazisi devlet eliyle imal edilecekti. Modern Japonya’nın tarihidir.  

Ondan önce Memlûklüleri alaşağı ederek Mısır yönetimini ele geçiren ve çok yaratıcı bir modernleşme programını uygulamaya koyan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın deneyimi var. Yolunu İngiliz emperyalizmi kesti. Köklerimizin orada olduğunu bilmekten hoşlanmıyoruz. Görmezden geliyoruz. Artık ilgi alanımız dışında kalıyor… 

Biz de denedik, 20. yüzyılın başında devlet eliyle bir burjuvazi yaratma girişiminde bulunduk. Ancak uzun soluklu olmadı, sonucu -eksiğiyle fazlasıyla- cumhuriyettir. “İlelebet payidar kalacaktı”, şimdi ömrünün bir yüzyıldan daha kısa olduğunu biliyoruz. Umulmadık bir hızla çöktü. Çöküntüsünde postmodern bir monarşi yeşerdi. O yıkıntıda, uçak, otomobil, hatta uçan otomobil yapma düşü kuruyorlar. “Milli İktisat” politikasından “Milli Seyahat” politikasına yatay geçiştir.  

***

“Milli Seyahat” politikasının gelişimini şöyle özetleyeyim: 

2007 yılıydı, o yılki seçimlerde AKP yeri göğü "yerli uçağımız göklerde" afişleri ile donattı. Ne zaman uçacağı belli değildi ama bu hayalin uçurulmasına engel olamazdı. “Büyük Reis” sarayına çekilip yerine “Küçük Enişte”yi oturtunca yerli ve milli uçak fikri gelişti, “stratejik derinlik” kazandı. Afişler artık “milli savaş uçağı” ve “milli elektrikli otomobil”den söz ediyordu. Koca uçağı yapmışsın üzerine bir topla bir makineli tüfek mi takamayacaksın?

Uçağı havada görenler olmasa da tasarımlar, prototipler uçuşmaya devam ediyordu. İşe el atacak bir “girişimci”ydi tek eksiği. “Yok mu bir babayiğit?” diye seslendi Reis. MÜSİAD el kaldırdı, onlarda bir tane vardı. “Derindere” nam bir otomobil pazarlamacısıydı yiğit. Bir mühendis işe alındı, oturup kafa yordular, nasıl yapalım diye. Yoruldular. “Ne yorulacağız” dedi patron, açtı telefonu Japon ortağına, verdi siparişi. “Yerli” otomobilinin kasası Japonya’dan, motoru ABD’den temin edilecekti. Reis test etti, bayağı yerli buldu. “Trafiğe çıkabilir” belgesi bile aldı otomobil. 2013'te kamuoyuna tanıtılacaktı. Bekliyoruz hâlâ…

MÜSİAD’ın babayiğiti işin altından kalkamayınca TÜBİTAK geldi akıllarına. Danıştılar, TÜBİTAK bir prototip alınırsa işin hızlanacağı kanısındaydı. 2015'te İsveçli Saab firmasına 40 milyon avro vererek bir prototip aldılar. Fakat prototip ortaya çıkınca alay konusu oldu. Modelin yerli ve milli hiçbir yanı yoktu. Proje ve prototip çöp oldu. 

TÜBİTAK da olmayınca Reis projeye patron atadı. Anadolu Grubu, BMC, Kıraça Holding, Turkcell Grubu ve Zorlu Holding birleşip ortak girişim gurubu oluşturdu. Çalışıyor hâlâ. Geçen ay “ne oldu bizim milli araba” sorusundan bunalınca fotoğraf çektirdiler hep birlikte. Masanın ortasında arabaya benzer bir şey görünüyordu. Benzer diyorum çünkü üstü bir örtü ile kapatılmıştı. Görünmeyen prototip sadece ülkemizde görülmüştür!

Otomobilin hikayesi böyle. Yerli ve milli uçağın hikayesi ise daha hazin. Bir uçak modelinin haklarını elinde bulunduran ABD merkezli Sierra Nevada Corparation şirketinin sahipleri ile anlaştılar. Paranın, pulun hiç önemi yoktu, nihayetinde hayaller gerçekleştirilecekti. Oturup konuştular, para pul işini hallettiler, üzerine 50 uçak sipariş verdiler. “TR 328” adlı uçağın üç yıl içinde uçacağı umuluyordu. Şirketin sahipleri geçen hafta bizim yerli ve milli uçağı Almanlarla üretmeye karar verdi. “Küçük Enişte”nin kulakları çınlasın, olmayınca olmuyor işte.

Büyük Reis, Küçük Enişte, zengin babayiğit, MÜSİAD, TÜBİTAK hiçbiri altından kalkamayınca “Küçük Damat”ı görevlendirdiler. Damat girişkendi, devlet desteği ve parasıyla birkaç insansız hava aracı yapıp uçurmayı başarmıştı. Baktı ki oluyor, daha uçağı yapmadan “uçan araba” işine el attı. Çizdi, çiziktirdi sosyal medyadan paylaştı. Janjanlıydı çizgiler; “Cezeri” olacaktı adı, haliyle uçma garantiliydi! Malum, Cezeri, Arap ve Müslüman. Hayata geçirebildiği icatları hacamat tası ve abdest ibriğinden ibaret ama iman gücü olduktan sonra, uçmak ne ki? Hiç!

Cumhuriyetin bütün birikimlerine el koydular, yağmaladılar, yandaşlara akıttılar. Her mahallede badem bıyıklı bir milyonerimiz var artık. Ama modernleşmek yerine Ortaçağ’a doğru yuvarlanıyoruz. Olmuyor haliyle. Milli ve yerli seyahat edemiyoruz. 

***

Tuhaf bir rastlantı, mezun olduğum üniversite de kendini Abdülhamit’e bağlıyor. Zamanında, ticareti yabancıların sultasından kurtarmak, milli tüccar sınıfına gerekli ticari bilgiyi sağlamak amacıyla kurulmuş. 1883’te “Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi” adı altında öğretime açılmış. Yüz yıl sonra Kenan Evren’in emriyle “Marmara Üniversitesi” ilan ettiler, kapattılar ve açtılar. 

Tuhaf bir rastlantı daha; şimdi Hamit’in varisi olduğunu iddia eden “Büyük Reis” de aynı okuldan mezun olduğunu söylüyor. Yalnız diplomasını göremiyoruz, sırdır. Fakat zalim bir hafiye teşkilatı kurabildiğine göre Hamit’in mirasçısı olduğu açıktır, kuşku duymak için bir sebep göremiyoruz. Hamit de bu okullar ile “Batılılaşmaya” çalışılırken anayasayı rafa kaldırıp, ülkeyi acımasız bir hafiye teşkilatına dayanarak tek başına yönetmeye başlamıştı. 

Bağlamam gerek biliyorum: Durum şu. Halkalı’daki Baytar Mektebini kapattılar, binasını bir yandaş vakıf üniversitesine verdiler. Marmara Üniversitesi’ni Nurculara bırakmışlardı, onlar darbeye kalkınca alıp başka bir tarikata zimmetlediler. Üniversiteler, harp okulları, askeri liseler aynı kaderle karşı karşıya. Hamitçiler Hamit’in bütün izlerini siliyor, çünkü hepsini Cumhuriyetin ürünü sanıyor. 

Karanlıkla dövüşen aydının karanlığın sahibinden nefret etmesi doğaldır. Henüz halk olamamış gölgeli bir halkın kendisine benzeyen sultanı sevmesi de öyle. Ama bu cehaletle “milli seyahat” etmeyi istiyorsan en azından o “Baytar Mektebi”ni kapatmayacaksın. Çünkü uçağı uçuramazsan bile kapıda Arap atı hazır bekliyor olur!