Aynasız

“Ayine” Farsça kökenli, “eşyayı aksettiren sırlı cam” demek. Türkçeye oradan girmiş, “ayna”ya dönüşmüş. Duymamıştım, Mehmet Zeki Pakalın, sözlüğünde Türkçesinin aslında “gözgü” olduğunu söylüyor. Tutunamamasına şaşırdım. Sırlı bir nesne ayna. Ama sırrı yansıttığı eşyalardan kaynaklanmıyor. Buradaki sır, sırlanmış, geçirmez hale gelmiş olan anlamına geliyor. Camın arkası sıvanmış, geçirgenliği engellenmiş, dolayısıyla üzerine düşen ışığı yansıtır olmuş, artık cam değil ayinedir.

Ayinesi iştir insanın lafa bakılmaz…

Fakat gelin görün ki ömrümüz lafla geçiyor. İşin bir yüzünde bu kadar sır olunca tasavvuf girmiş işin içine. Derler ki “hak”kın vücudu bir aynadır, o aynaya bakınca onun vücudunu görürsün. E haliyle “insan-ı kamil”in de ayna olduğunu iddia edenler olmuş. Tanrı insanı kendi suretinde yaratmamış mı nihayetinde? Bu durumda tanrı da insana bakınca o aynada kendi suretini görürmüş.

Bu nedenle olmalı, kırık ayna bir batıl inanca dönüşmüş zamanla. Ayna kırmak bugün hâlâ kötü şans hurafelerinden biri. Kaynaklar bu hurafenin kaynağının “sırlı cam” aynalardan daha eski olduğunu söylüyor. Eski Mısırlıların aynaları pirinç, bronz, gümüş veya altın gibi parlak metallerden yapıldığından kırılması söz konusu değildi. Yunanlılar Milattan Önce 6. yüzyılda insanların suretini yansıtan ve sürahiye benzeyen bir camı kullanarak fal bakmayı akıl etmişler. Cama yansıyan suretinin o kişinin geleceğini gösterdiğine inanılıyormuş. İnanç bu, mantık aranmaz. Ayna kazara kırılırsa onunla birlikte kişinin geleceği de kırılmış, yok olmuş oluyordu. Kötü talih!

Bilebildiğimiz kadarıyla kırılabilir ilk aynalar beş asır önce Venedik’te üretildi. Camın arkası gümüş sır ile kaplanarak elde ediliyordu bu aynalar. Çok pahalı olduğundan özenli davranmak gerekiyordu bu sırlı eşyaya karşı. Sonra kapitalizm onun da ucuzunu üretmeyi başardı, sıradan bir eşyaya dönüştü ayna, sırrı döküldü. İçinde artık ne tanrı vardı, ne onun sureti…

Ama ayna hala dönüp kendi gözümüzün içine bakmak için bir vesile. Orada suretinizin yansıması ile oyalanma imkânınız da var, onu geçip kendi içinize bakma imkânı da. Her ne hal ise, bakarken gördüğünüz şeyden korkmuyorsanız ne âlâ…

***

Yıllar önce bir kent-konut programının editörlüğünü yaparken bir söyleşi vesilesiyle tanıdım Mimar Behruz Çinici’yi. Büyük mimarlarımızdandır. ODTÜ kampüsü onun elinden çıkmıştır mesela. Doğan Tekeli ve Sami Sisa ile birlikte ve TBMM Halkla İlişkiler Binası ve Milletvekili Sitesini tasarlamışlardır. Meclis Camisi olarak bilinen TBMM Meydan-İbadet-Kitaplık Kompleksi de oğlu Can Çinici ile birlikte onun eseridir.  Bu yapı 1995 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görülmüştü.

İçinde yer aldığı TBMM kompleksinin anıtsallığından bilinçli bir biçimde kaçınan bu mütevazı yapı alışılagelmiş cami mimarisine hiç benzememektedir. Adeta arazinin eğimi içinde kaybolmuş gibidir. Minare yerine bir Selvi ağacı yükselmektedir. Kubbenin yerini peyzajdan yükseliyormuş izlenimi veren teraslanmış bir piramit almıştır. Bu görünmemek için çaba gösteriyormuş izlenimini veren binanın önünde bir havuz yer almaktadır. Şöyle açıklamıştı felsefesini Behruz Çinici. Müslümanlar ibadet ederken toprağa yüz sürer, o nedenle ibadethane toprağa yakın olur. Minare ibadethaneye iki-üç yüz yıl sonra eklenmiştir, dolayısıyla olmazsa olması değildir, Selvi, onun yerini tutar. Kubbe, zamanın mimari bir zorunluluğudur. Geniş açıklıklar yapmanın tek yolu kubbe olduğu için camiler kubbelidir. Betonarme binalarda kubbe olmayabilir. Peki havuz? O da ibadete gelenlerin girip çıkarken suda kendi suretlerini görmesi içindir. İbadet sizi dönüp kendi içinize bakmaya yöneltmiyorsa nedir ki zaten?

Behruz Çinici’nin 1978’de tasarladığı proje, TBMM ana binanın mimarı Clemens Holzmeister’ın onayından geçti ve 1980 sonrasında inşasına başlanıp 1984’te hizmete açıldı. Ve on yıllarca hizmet verdikten sonra AKP’nin ve onun meclis başkanı İsmail Kahraman’ın yıkım fermanı ile karşılaştı. Önce “kültür varlığı” olarak tescil edilmiş binanın koruma kararını kaldırdılar. Sonra yıkım kararı verdiler. Yıkıp, yerine önünde havuzu olmayan, kubbeli, minareli yenisi yapacaklar. Hem müteahhitleri kazanacak, hem de nevzuhur Müslümanların girip çıkarken havuzda kazara suretleri görme riski ortadan kalkacak. Halka karşı o kadar suç işlesem ben de aynısını yapardım. Camilere ayna koymak sakıncalıdır…

***

Bunları yazarken polise neden “aynasız” dediğimizi düşündüm. Bir iddiaya göre bir çeviri cilvesi bu. Siyahi ABD’liler çok kibirli olan ve kendine bakmayan polislere takmışlar bu lakabı. Başka bir iddia; polislerin üniformalarında ve şapkalarında bulunan parlak metal rozet ayna gibi parlamaktaydı. Dolayısıyla resmi kıyafetleri aynalı olan polisler kıyafeti çıkarıp sivil olunca, aynasız olmaktadır. Aynasızdırlar, kendilerine değil başkalarına bakmaktadırlar…

***

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, “15 Temmuz'da gökyüzünden milletimizin üzerine yağan mermiler kimler tarafından atıldı? Yanlış din anlayışının insanı getirdiği duruma bakın” dedi önceki gün. Tuhaf bir rastlantı, konuşmayı yaptığı yer Polis Akademisi Başkanlığında komiser yardımcısı adaylarına yönelik “Dini İstismar Eden Terör Örgütleriyle Mücadele” başlıklı konferanstı. Aynasızlara “din istismarı ile mücadele edeceğiz” diyordu özetle.

Dün Yeni Zelanda’daki saldırı geldi bunun üzerine. Irkçı yobazın teki camiye daldı, önüne kim çıktıysa öldürdü. İyi bir iş yaptığını düşünüyordu belli ki. Aynasızlara “din istismarı ile mücadele sözü veren Diyanet başkanı bu olay üzerine şu yorumu yaptı: “İslamofobi bir akıl tutulmasıdır, ardında ırkçılık barındıran ciddi bir insanlık suçudur.” O sırada bağlı bulunduğu makamın başı “İstanbul'da ezanı ıslıklayan nursuzlara, cuma salasıyla dalga geçen edepsizlere sandıkta Osmanlı tokadı vurmaya var mıyız?” diyordu taraftarlarının gözünün içine bakarak.

Bıraktık Hıristiyanları, Yahudileri, kendi ülkesinde farklı inançlar taşıyanlara bile düşmanlar ama sadece başkasının yobazlarını görüyorlar aynaya baktıklarında. Sivas’ta Madımak otelinde yaptıklarını çoktan unuttular. Okulda, yolda, sokakta kendi inançlarını dayatıyorlar devlet zoruyla. Zorunlu din dersine karşı kazanılmış onlarca dava var ama hukuk mukuk dinlemiyor devletin aynasızları. Bakacak bir aynaları, görecek bir suretleri yoktur çünkü.

Devlet Bahçeli’nin Yeni Zelanda’nın faşistini kınaması gibidir aynanın sırrının dökülmesi. Kaldı ki kapitalizmde din, iman, ırk, milliyet hepsi hikâyedir. Baktığınızda görebileceğiniz yalnızca piyasanın gerekleridir.

Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz… Ama görüldüğü gibi sözde de işte de aynaya ihtiyacı var insanın. Aynasız olmak fena. Her ne hal ise, bakarken gördüğünüz şeyden korkmuyorsanız ne âlâ…