Ayağa kalkan, çareyi görür

1960’lı yıllarda “ithal ikameci sanayileşme” amacı güden ekonomi politikası yürürlükteydi. Esası ithal etmek yerine o malları içeride üretmek ve bunu imkân haline getirmek üzere koruyucu duvarlar oluşturmaktı. 1980’e kadar bu politikayla devam etti ülke. Solun yükseliş dönemi oldu, sendikalar güçlendi, sokaklar hareketlendi. Şanlı 15-16 Haziran direnişinin bu dönemde ortaya çıkması asla rastlantı değildir. Düzenin buna cevabı 12 Mart, Milliyetçi Cephe ve Süleyman Demirel oldu. 

Fakat bu hayalin sonuna çabuk gelindi. Tarım ürünleri dışında önemli bir ihraç kalemi yoktu. Montaja dayalı sanayi ise sürekli ithalat gerektiriyordu. Ülke krize girdi, döviz kıtlığı baş gösterdi. Süleyman Demirel’in “70 sente muhtacız” lafı o günlerin bakiyesidir. Ortalıkta büyük bir fatura vardı, hesap işçi sınıfına ve yoksullara ödetilecekti.

***

24 Ocak 1980’de bu krizin aşılacağı iddiasıyla yeni ekonomik kararlar alındı. Döviz üzerindeki sınırlamadan vazgeçildi, dalgalı kur sistemine geçildi, fiyatlarını bundan böyle devlet değil piyasa şartları belirleyecekti. Bunlar dış ticaret üzerindeki kısıtlamaların da kaldırılacağı anlamına geliyordu. Liberasyona gidilecek “ihracata yönelik büyüme” politikası izlenecekti artık.

Fakat bu politikanın önünde de ciddi engeller vardı. Mesela dış pazarda başka ülkelerle rekabet etmeyi gerektiriyordu. Tek yolu vardı rekabet edebilmenin: İç tüketim kısılacak, ücretler düşürülecek, böylece ihraç malları dış pazarda rekabet gücüne kavuşacaktı. Ancak verili şartlarda bunların uygulanması imkânsızdı. Sendikaların başkaldırmayacağı, işçi sınıfının sessiz kalacağı, gençliğin isyan etmeyeceği yeni bir düzen gerektiriyordu ihracata yönelik büyüme modeli. 24 Ocak kararlarının ardından 12 Eylül darbesinin gelmesi bu nedenle kaçınılmazdı. Geldiler, sola acımasızca saldırdılar, partileri, sendikaları, dernekleri kapattılar. Alan artık yeni ekonomik politika için düzlenmişti.

“Özal ekonomisi” veya ahlaksızlığı işte o koşullarda boy verdi. Ülke hızla uluslararası kapitalizmin serbest sahası haline dönüştürüldü. Kapitalizm krizini aşacak yeni bir yol bulmuştu. İşkence, faili meçhul cinayet, 12 Eylül Anayasası, askerileşmiş mahkemeler ve ağır bir yoksulluktu halkın payına düşen. Halkın bu ağır zulme tahammülünü artırmak için toplumu dinselleştirmeye karar verdiler. Yolsuzluk, hayali ihracat, uyuşturucu ekonomisi, “benim memurum işini bilir” pespayeliği, Kenan Evren, Turgut Özal, Turgut Sunalp, Fethullah Gülen düzenin o yıllardaki buluşlarıydı. 

Bunlarla yüklendiler, ihracata yönelik büyümeyi denediler. Görünür tek getirisi toplumsal çürüme oldu. Özelleştirme soygunu için kapı o yıllarda aralandı. Eski politikanın bakiyesi yerli sanayi iç pazar iyice daraltıldığı için mecburen ihracata yöneldi. Sistem dışarıya mal satmayı kutsal bir iş haline getirmişti. “Yaptım, yapacağım” diyene büyük teşvikler veriliyordu. Hayali ihracat patlaması yaşandı haliyle. Olmayan mallar ihraç edilmiş gibi gösteriliyor, devletten vergi iadesi alınıyordu. Vergi iadesinden yapılan kazanç gerçek ticaretten gelenden daha yüksekti çünkü. İhracatla falan uğraşmaya hiç gerek yoktu. Burjuvazi hızla mafyalaşıyordu.

Bu politika da 2000’li yılların hemen başında tıkandı. Ekonomi yeniden krizi girdi. Ortalıkta büyük bir fatura vardı. Hesap işçi sınıfına ve yoksullara ödetilecekti.

***

AKP o şartlarda icat edildi. Krizde iktidar partileri sıfırı tüketince din-iman gazıyla geldiler. Birikmişleri satıp ekonomiye sıcak paraya boğdular. Sonra, başka yol kalmadığından “inşaata yönelik büyüme” modeline geçtiler. Bu diğerleri gibi karmaşık bir ekonomi politikası değildi. Esası dağı taşı betona boğmak, büyük şehirlerin rantını yağmalamak, bu yağmaya mümkün olduğunca geniş bir halk kesimini ortak etmekti. TOKİ bu yeni ekonominin motoru olacaktı. Devlet bu kurum aracılığıyla ihtiyaca bakmaksızın her yere “toplu” konutlar yaptı, bu konutların yüksek fiyatlara alınıp satılmasını teşvik etti. Sonra yollar, köprüler, havalimanları, şunlar bunlar. Öyle bir bağımlılık yarattı ki bu beton dökme yarışı, son krizden önce Boğaz’a paralel çakma bir boğaz yapma planı yürürlükteydi. Kriz çıktı. Projeler mecburen rafa kaldırıldı. Fakat ortalıkta yine büyük bir fatura var. Hafta ortasında Damat Berat marifetiyle orta vadeli plan açıkladılar. “Bakın burası çok önemli”, bedelini yine işçi sınıfına ve yoksullara ödeteceklerdi.

***

İşte son 60 yılın büyük ekonomik başarı hikâyesi bu. İşçiden alıp zengine verme ekonomisidir adı. O tumturaklı lafların arkasında çok basit bir denklem var. Sanayi iç pazar için mi, yoksa dış pazar için mi üretim yapacak? İç pazara yönelik olacaksa iç tüketimin de teşvik edilmesi gerekir. Daha yüksek bir ücretler düzeyi olmazsa olmazlarındandır. Dış pazara yönelik olacaksa iç tüketimin kısılması gerek. Bu durumda ücretler düşürülecektir. Bu denklemde halk, ulus, millet adı her ne ise ülkenin asıl sahipleri basit dolaşım odaklarıdır. Başkaca hiçbir değeri yoktur.

Bu basit denklemi ite kaka ülkeyi getirdikleri yeri görüyorsunuz. Montaja dayalı falan ama yine de iyi kötü bir sanayi bırakmıştı geriye ithal ikamecilik. Şehre göçen herkesin iş bulabileceği bir fabrika, iyi kötü bir atölye demekti bu. İhracata yönelik büyüme o altyapıyı kullanarak durumu bir süre idare etti. AKP geriye kalan ne varsa satıp savdı. Ne tarım, ne sanayi, elde beton denizinden başka bir şey kalmadı. Bu düzen görüldüğü gibi hep krize girer ve bedelini hep emekçiye, yoksul halka ödetir. 

İthal ikamesinden inşaata yönelik büyümeye geçişe eşlik eden iki şey daha var. Biri toplumsal çözülme, diğeri dinselleşmedir. Üretmeyen toplum çözülür, çözülen toplumu bir arada tutmanın tek yolu ise dindir. Düzen birbirini takip eden krizleriyle halkı parçaladı, cumhuriyeti yıktı, laikliği tepeledi. Cumhuriyet yıkılınca geriye kalanı idare etmek için bir tuhaf sultan gerekiyordu. Çözülmüş ve dinselleştirilmiş bir toplumu Hamit’siz yönetemezsiniz. 

İşte tablo ortada. Her krizde biraz daha gerileyen, biraz daha dinselleşen, biraz daha yoksullaşan biziz. Onların artan kârları, uluslararası sularda dolaşan gemicikleri, uzak adalardaki kıyı bankalarında bol sıfırlı hesapları, uçan-kaçan-konan sarayları var. Krizdeyiz. Düzenin adamları patronlarla el ele versin, faturayı bize ödetsin, böylece yeni bir denge kursun diye bekleşiyoruz. 

***

İnsansız bir düzendir kapitalizm. İçinde geliştiği bütün toplumsal yapıları dağıtır ve insanları ekonominin gereklerine göre yeniden örgütler. Onun kurduğu toplum üretimin gereklerine göre birleşmiş iktisadi bir toplumdur. Yakından baktığınızda sadece düzen karşısında apaçık bırakılmış tek tek bireyler görürsünüz. Bu onun hem devrimci hem tutucu yanıdır. Bunu yaparak eski zamanların insan üzerindeki tortularını söküp atar ama aynı zamanda onu düzen karşısında çaresiz bırakır. Teoride böyle. Ama pratikte devrimci yanı çoktan çürüyüp düştü, tutuculuktan ibarettir geriye kalan. 

Düzen yine hepimizi derin bir krizin eşiğine getirip bıraktı. Emekçiye, yoksul halka yüklenmekten başka bir çıkış planları yok. Bizim ise bu çürümüş iktisadi toplumu alaşağı etme, toplumu ekonomiye göre değil, ekonomiyi topluma göre örgütleme ve eşitçe bölüşme planımız var. 

Krizdeyiz ama çaresiz değiliz. Planımız, politikamız basit; Hep birlikte üretip, eşit bir şekilde paylaşacağız. Patronlara vermeyeceğiz, düzenin adamlarına yedirmeyeceğiz. Buna sosyalizm diyoruz. 

Tek şartı var hayata geçmesinin; sizin ayağa kalkmanız. 

Ne duruyorsunuz?