Atatürkçülüğe reddiye

12 Haziran 1934 yılında çıkartılan 2525 sayılı kanunla her yurttaşın bir soyadı taşıması zorunluluğu getirildi. Soyadları Türkçe olacaktı. Rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adları ile ahlaka aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı. O kanunla; “ağa, hacı, hafız, hoca, molla, efendi, paşa” gibi, eski toplumun ayrıcalıklarını hatırlatan unvanlar da kaldırıldı. Kurucu Kemal’e ayrıcalık yaptılar, “Türkata” yazalım dediler, müzakere sonunda “Atatürk”te karar kıldılar. Kanun çıkardılar, “Kemal Öz adlı” Cumhur reisi böylece “Atatürk” oldu.

“Soyadı kanunu” cumhuriyet tarihinin en gizemli işlerinden biridir. Nasıl oldu, nasıl yaptılar, onca kelimeyi nereden, nasıl ürettiler, hala karanlıktadır. Karanlıktan tevatür türer. Öyle ki bir ara kanundaki bu “Öz adlı” ibaresini “Sebatayistliğine” delil sayanlar bile oldu. Mustafa’sı gayrı resmidir. Kemal Atatürk ise giderayak icat edilmiş bir imzadır ve “soyadı” işi galiba Cumhuriyetin son devrimci işlerinden biridir. Sonrası malum, bir on yıl içinde ağalar, hacılar, hafızlar, mollalar, efendiler, beyler, paşalar canlanıp geri döndü. 1950’li yıllarda devrimci cumhuriyetin izleri çoktan silinmeye başlanmıştı.

Cumhuriyetin ömrü ne yazık ki bir yüzyıl sürememiştir. 12 Eylül ile bittiğini düşünürsek 50 yılı aşkın bir süreden söz ediyoruz. AKP’nin iktidarı ile yıkıldığını kabul etsek bile zar zor 80 yıla yaklaşan bir tarih. Kolay kurulmuş ve kolay yıkılmıştır. Devrimci cumhuriyet için süre daha kısadır. 30’lı yılların ortasında bütün hızını kaybetmişti, durdu. 1924 ile 1934 arasına sıkışmış kısa bir cumhuriyetimiz var. Nitekim Kemal’in “Atatürk”lü yılları büyük bir yalnızlık ve iktidarsızlık içinde geçmiştir.

Ama bütün devrimler kısadır; bir dalga yaratırlar ve o dalga devrimin enerjisini çoğaltarak daha ötelere taşır. Cumhuriyet fikri, fizik varlığına bağlı değildir. O fikre bakıyoruz, o fikirden geriye kalanı arıyoruz. Ne demek? Cumhuriyetin devrimci dönemine bakanlar Mustafa Kemal’i görür, devrimci cumhuriyetin imzası budur. Demek ki solda Mustafa Kemal durur, ortada Kemal Atatürk vardır, sağa doğru gittikçe “Atatürk”e ulaşırsınız. “Öz” adlar ve “soy” adlar masum değildir!

Mustafa Kemal’den Atatürk’e geçişin tarihi devrimden karşı devrime geçişin tarihidir.

Demek ki devrimin bir “Atatürk”ü olduğu gibi karşıdevrimin de bir “Atatürk”ü var. İkincisi 1950’li yıllarda Demokrat Parti ile başlamış olmakla beraber kökleri CHP’nin içindedir. Karşıdevrimciler kurucu partinin içinden çıktılar, çoğaldılar ve Atatürk’ün Mustafa Kemal’ini silmeyi iş edindiler. 27 Mayıs müdahalesi dışında kesintisiz bir yürüyüştür, 12 Mart taçlanmış, 12 Eylül ile tamamına ermiştir. 12 Eylül cuntasının başı, kutsal kitaptan atıflar yaparak nasıl da inançlı bir Atatürkçü olduğunu anlatmaya koyulduğunda Mustafa Kemal artık bütünüyle unutulmuştu. Gericilik başka nasıl tarif edilebilir ki? Dinci milliyetçi bir dalga geliyordu, uzun gericilik dönemimizdir.

***

Bu sözü, dinci milliyetçiliği, Profesör Taha Parla’ya borçluyuz. Parlaya göre bu, 12 Eylül rejiminin yöneliminin adıdır. Şöyle tarif ediyor:

“12 Eylül'den sonra kamu yaşamında birçok önemli değişiklik meydana geldi. Bunlardan biri de, din-devlet ilişkisi konusunda 60 yıldır sürmekte olan bir kültür savaşının ve siyasi mücadelenin taraflarının ve bunların güç konumlarının değişmesidir. 1980-86 yönetimleri klasik Kemalist laiklik ilkesini hiç değilse kısmen ve fiilen terk etmişler; dini, devletin gözetiminde tekrar kamu yaşamanın hatta siyasi yaşamın sınırları içine almışlardır. Din, ama belli bir tür din ve dinsel gruplar, toplumda zaaf noktasından kuvvet noktasına geçmiştir.” Özeti şu, Kemalist-Atatürkçü çizginin evriminde üç kavram -Türklük, İslâmiyet, Batı(cılık)-rol oynamıştır. Düzenin güçleri bu üç kavram üzerinden çeşitli sentezler oluşturdular. Kemalizm’in devrimci döneminde bu İslam dışarıda bırakılarak formüle edilmiş bir “milliyetçi batıcılık”tı. “Eti-Bank”, “Sümer-Bank” gibi semboller bu sentezin işaretidir.

12 Eylül'den sonra yönetimler ve bürokrasi klasik Kemalist laik çizgiyi bırakarak, Türk-İslâm Sentezi adı altında oluşmaya başlayan dinci bir milliyetçiliğe razı geldiler. Bu sentezde din, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çok, bürokratik-otoriter devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmekteydi. 1982 Anayasası işte bu değişimin metnidir. Bu metinde bir yandan “Atatürk ilke ve inkılaplarından” söz edilirken, diğer yandan "Türklüğün tarihi ve manevi değerleri" yardıma çağırılmaktaydı. Parla’nın dikkat çektiği gibi bu “tarihi ve manevi değerler” İslâmiyet'ten başka ne olabilir ki? Bu durumda ilk ve orta öğretime zorunlu din dersi koymak şarttır. Öyle de yapılmıştır. Artık Atatürk milliyetçiliği değil, Atatürkçü ve dinci bir milliyetçilik söz konusudur. “Milli tarih”, “milli coğrafya” da bu dönemin sembolleridir.

Bir not daha aktarayım. “Devlet kontrolünde dinci milliyetçilik politikası, 1980'li yılların Türkiye'sine özgü bir şey değil” diye ekliyor Parla. Bu “Üçüncü Dünya ülkelerinde” temel yönelimdir ve çöken "vesayetçi demokrasilerle modernleşme" tezleri ve politikalarının panzehri olarak geliştirilmiştir. İkinci sınıf Amerikan akademisyenlerce "sosyal bilimsel" dayanak kazandırılan bu tezler, ABD'li yerli uygulamacılar tarafından, yalnızca sola değil, genel olarak demokrasiye karşı kullanılan devlet politikalarına dönüştürülmüştür.

Biliniyor, Parla’nın 1986’daki yazısında sözünü ettiği "vesayetçi demokrasilerle modernleşme” tezi AKP’li yıllarda cumhuriyete karşı yıkıcı operasyonların temel argümanı oldu. Ergenekon davaları ile “vesayetçi rejimi” bitiriyorlardı, iddiaları buydu. Gerçekte yaptıkları ise 12 Eylül işi “dinci milliyetçilik” veya “dualı milliyetçiliği” AKP-Cemaat eli mahsulü “milliyetçi dinciliğe” dönüştürmekten ibaretti.

***

Bildiğimiz cumhuriyet artık bitti. Bunda, Kemalizm’den “Atatürkçülük”e evirilen bu ideolojik restorasyonun payı tartışılmaz. Sistem çürümüştü ve yıkılması kaçınılmazdı. Enkazı üzerinde yükselen yeni cumhuriyetimizin, bir başka deyişle ılımlı İslam cumhuriyetinin kısa hikâyesi budur. “Milliyetçi dincilik” dönemindeyiz, içi boş bir cumhuriyete ve içi boş bir Atatürk’e ulaşmış durumdayız. Buradaki esas vurgu (dincilik) Atatürk’ün boşa çıkması anlamına gelmekle beraber, onun ikincil bileşeni olan “milliyetçilik” nominal bir varoluşunu mümkün kılmaktadır. Bütün devrimci geçmişi silinmiş bir Atatürk’e ihtiyaç var.

Burada bütün iş eski rejimin (dinci milliyetçilik) devletçi gericilerine düşüyor. Yeni rejimin (milliyetçi dincilik) gericilerine duyulan tepkinin gölgesine sığınarak, ellerindeki dışı pahalı ve içi boş kitaplarıyla şahsi istikballerine doğru tutkuyla koşuyorlar. İçini boşaltıyorlar ve Kenan Evren’den miras kalan işi tamamlıyorlar. Ellerindeki Atatürkçülük bir ölü kabuktan ibarettir.

Bitti, biter. Dönemler gücünü ve güçsüzlüğünü, ona rengini veren sınıflardan alır. Atatürkçülük bitti, çünkü dayandığı sınıf çürüdü. Mustafa Kemal’in devrimci cumhuriyeti ilerici tarihimizin en önemli duraklarından biridir. Ancak her durak gibi bir duraktır ve yürüyenlerin geride bırakması kaçınılmazdır. Esası orta malı Atatürkçülüğe radikal bir reddiyedir.