ODUN KIRICIYDI,
ADI İLYASTI.
YANAŞTIM YANINA,
YÜZÜNÜ ASTI.
İŞİN NASIL DEDİM,
BİR KÜFÜR BASTI.
ARKASINDAN BALTASINI BİLEDİ.
BANA BAK ARAKADAŞ DEDİM,
DEDİ NE.
DEDİM SEN BİR VATANDAŞSIN,
DEDİ HE.
DEDİM KANUNUN VAR,
DEDİ ÇEKİL BE.
ARKASINDAN BALTASINI BİLEDİ.
DEDİM İLİN NERE SENİN,
Yok benim aklım almıyor bu işi!
Bunların iyi bir senaryo danışmanları filan var diye düşünmeye başladım.
Her şeyin bu kadar iç içe geçtiği, biri biterken bir diğerinin bitenin içinden çıktığı, sonra da giderek büyüyen ve bir türlü sonu belli olmayan bir senaryo yazmak, ustalık ister.
Elli beş yaşındayım.
Henüz algılamalarım açık, belleğimin silinip yok edilmesine izin vermeyeceğim.
Hayır, bu onursuzluğu kabullenmeyeceğim.
Katil'e katil demeyi bir insanlık görevi olarak biliyorum ve öyle de yaşayacağım.
Bu günlerde gökyüzünden İstanbul'u görmek gerek, taşı toprağı Lale!
Kentte çıplak toprak parçası bırakılmamış.
Bir bolluk bir bereket sormayın!
Büyükşehir Belediyesi, 2003'den beri her bahar lale ile bozuyor aklını!
Şöyle bir bakınca anlıyorsunuz ki, bu laleler sayesinde saltanat sürenler var.
AKP' li bazı vekiller lale yetiştirip, belediyeye satıyorlar.
Seni tanıyordum.
Elinde silah, Komünist avına çıktığın ta o ilk günlerden beri seni tanıyordum.
Önce Ankara'da sonra İstanbul'da ve tüm bir ülkede kana bulamadığın sokak, kahvehane, okul avlusu, fabrika önü kalmamıştı.
Ev baskınları yaptın, kör karanlıklarda.
Dünyanın dört bir yanında binlerce sahnede, binlerce yaratıcı hayatı selamlayacağız.
Barışın, kardeşliğin, eşitliğin ve özgürlüğün sesi olduğumuzu dillendirip emperyalist saldırganlara, savaşlara, işgallere, işkencelere, kıyımlara, yasaklara, sürgünlere karşı "ortak bir ses" olduğumuzu bir kez daha haykıracağız.
Keşan'da yaşanan bir ilk değil.
Bu ülkede oyun yasaklamanın kara bir tarihi var.
Dünden bu güne Savcılar, Yargıçlar, Valiler, Kaymakamlar, Emniyet Müdürleri, Belediye Başkanları oyunlar yasakladır.
Evet. Hem de yüzlerce kez.
Yetmedi oyuncular, "oyun oynadıkları için" yanlış okumadınız "oyun oynadıkları için" cezaevlerine kondular.
2010 Ajansı'nın içindeki çatlak, büyük bir gürültü ile açığa çıktı.
"Haklı çıktın" diyenleri duyuyorum da, mesele haklı çıkmanın ötesinde.
Nuri Çolakoğlu "Biz istifa edip ayrılanlar, istifa nedenlerimiz üstüne konuşmama kararı aldık" diyor.
İşte üstü örtülen bir "gerçek durum" daha.
"Alanımızdaki kirlenmenin boyutları, artık kabullenemez boyutlara ulaştı.
Tiyatro, kendi kendini yiyip bitiren ve giderek, kendi geleceğini karartan iç düşmanlar oluşturmuş durumda.
Tuhaf değil mi?
Ama ne yazık ki gerçek."
Bir bağırtı çağırtıdır gidiyor.
Hemen her gün, yeni bir kavga sebebi yaratılıyor.
Hakaretin bini bir para.
Ülke, toplam otuz cümleyle siyaset yapmanın bedelini ağır ödeyecek gibiye benziyor.
Ama, 'dosyalar savaşına' diyecek yok!
Ankara'da iş, 'çıplak görüntülere' kadar indirilip bayağılaştırıldı.
Yıllar sonra, yeniden ülkeyi dolaşmaya başladım.
SAKINCALI PİYADE ikinci sezona doğru koşuyor, bizi de peşinden sürüklüyor!
Ülkenin yurtseverleri oyuna akın ediyorlar.
Bu amansız günlerde, bunun anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Ülkemizin atardamarlarının durdurulmuş olduğunu görmek ise bizi öfkelendiriyor.
Ülkenin taşı toprağı altın olunca, simsarlık sıradan zekaya sahip her yurttaşın yapabileceği iş oluyor.
Serbest piyasa ekonomisinin kuralları, kendi asalaklarını kendi yaratıyor.
Bu yüzden olsa gerek, memleket simsarlar cenneti!
Sata-sava bir türlü bitirilemeyen tatlı lokmalar, bu simsarlar tayfasının iştahlarını kabartıyor.
Yasa Meclis'ten geçti Cumhurbaşkanı tarafından onandı ve yürürlüğe girdi.
Böylelikle yeni bir üleşim alanı daha açıldı.
'2 B Yasası', talancılara hayırlı olsun!
Önce kentsel üleşim, sonra 2010 arpalığı, şimdi de orman alanlarının ve kültürel varlıkların iç edilmesi, oh ne ala!
Şeytanların yüzü gülüyordur.
Geçen hafta 'Hani neredeyse, Çankaya kapısı 'ziyaret kapısı' haline dönüşecek' demiştik .
Anlaşılan o ki, 'ziyaret' kapıları ikilenecek!
Oyuncu Güven Kıraç Televizyon ekranlarından "29 Ocak günü sayın Kültür Bakanı bizleri makamında ağırlayacak. Tiyatrocular ve televizyonlara iş yapan arkadaşlar bu çağrım sizedir, buyurun beraber gidelim" diye, açıklamada bulundu.
Ne demeli bilmem ki? Neresinden tutsak elimizde kalıyor.
AKP, sanat alanındaki operasyonlarıyla, her şeyi yok ediyor.
Hele Abdullah Gül, Çankaya Köşkü'ne çıktığından beri, bazı tuhaf işler oluyor ki sormayın!
Anlıyoruz ki, beyefendinin bir 'sanatçı merakı' var!
Neredeyse her ay bir grup sanatçıya, 'yemek daveti' yapılıyor.
Birlikte izliyoruz olup biteni.
Değerli okur,
AKP'nin İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın başına, Genel Sanat Yönetmeni olarak atadığı Orhan Alkaya göreve getirildiğinde, aşağıdaki yazıyı kaleme almıştım. Yayımlanma tarihi 15.01.2008.
O gün bu gündür, Şehir Tiyatroları ve beyefendi ile ilgili çokça sözler edildi.
Kafa karışıklığımız mı bize bu durumlara itiyor, yoksa bilinçli seçimler mi yapıyoruz, anlamış değilim.
Hepimizin üstünde bir kara tül var sanki.
Suskunuz.
Geçen gün gelen bir ileti, beni kahkahalara boğdu.  
 
Ellerine geçen her olanakta sola sosyalistlere saldıran mutlu bir azınlığın, nasıl mutlu edildiklerinin belgesiydi karşımda duran. Olduğu gibi aktarıyorum. 
 
Prof. Dr. Ahmet İnsel 
Önümüzdeki günler, &ldquoKentsel Dönüşüm&rdquo adı altında yaşanacak talanın hız kazanacağı bir süreç olarak yaşanacak.
AKP, ekonomik krize yeni çözüm üretti!
Müjdeler olsun, galiba kurtuluyoruz!
Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, Maliye bakanlığınca hazırlandığı belli olan bir kanun tasarısını, Başbakanlığa sunma hazırlığında.
Tasarı, memleketi düzlüğe çıkartacakmış!
Nasıl mı olacak?
A. Taner Kışlalı kültür bakanıydı. Ben, aynı bakanlıkta Milli Folklor Araştırma Dairesi'nde "Köy Seyirlik Oyunları Araştırmacısı" olarak çalışıyor, bir yandan da Ankara Halk Tiyatrosu'nda oyunculuk yapıyordum.
Yıl 1978 12. ay, 21. gün.
Maraş'tan ilk kara haber düştüğünde, bakanlığın yemekhanesinde masanın üstüne çıkarak, yaptığım konuşmayı bugün gibi anımsıyorum:
Yaşadığımız kentlerin dokusu, her gün daha da kirleniyor.
Giderek çevreye karşı, doğaya ve başkalarının yaşam alanlarına karşı, daha dikkatsiz bir toplum olmaya başladık.
Sokaklarımız, caddelerimiz, kasabalarımız, kentlerimiz pis.
Yaklaşık bir yıldır, sıkça, Anadolu kentlerine turnelere gidiyorum.
Birçok kent, benim bildiğim kent olmaktan çıkmış.
Kriz derinleşiyor batıp çıkan ülkeler, şirketler, borsalar filan derken sorunlar yumağı büyüyor. Yumak büyüdükçe, kapitalizm boynunda yeni bir ilmik daha hissediyor.
Yoksulluk işsizlikle birlikte çoğaldıkça, toplumsal karakterimizde yeni kırılmalar oluşuyor.
Önümüzdeki süreç, seyircilerimizle bizlerin arasına bir duvar örmeye doğru evriliyor.
Değerli okur,
Aşağıda okuyacağınız yazı, TİYATRAL dergisi için, Ağustos 2007'de kaleme alındı ve 1 Eylül 2007 günü aynı dergide yayımlandı. İçerdikleri açısından tartışmalar oluşturan bu yazıyı, biraz kısaltarak yeniden sunmak istedim. Bugün yaşananların değerlendirmesi ise haftaya.
Arınma...
Paslı çiviyi, keseri tersinden tutarak çıkarmaya çalışıyoruz.
Kitap yasaklayan, film yasaklayan, türkü, şiir, resim, oyun yasaklayanlar, çizerleri mahkemelere veren, muhalif basını sürekli denetim altında inleten, gazetecilere bağırıp çağıran, yurtsever dergi ve gazetelerin genel yayın yönetmenlerini tutuklayıp, cezaevlerine atan kaç siyaset gelecekte yer bulabilir?
İstanbul da yaşıyorsanız biliyorsunuzdur, kentin bazı bölgelerinde hayat artık çekilmez oldu.
Gündelik yaşamın orta yerinde, her an polis barikatları ile karşılaşabiliyorsunuz.
Yine İstanbul'u sel aldı.
Ve yine aynı bölgelerde, aynı yoksulluğun evleri suların altında kaldı.
Kentin Vali ve Belediye başkanı suskun.
İl Afet Koordinasyon Merkezi yalnızca su baskınları olan bölgeleri, mahalleleri ve sokakları sıralıyor, oralarda nasıl bir çalışma yapıldığını bilmiyoruz.
TV ekranlarından isyan edenleri izliyoruz.
Bu hafta okuyacağınız yazıyı yazarken, günlerce düşündüm.
Alanımızdaki kirlenmenin boyutları, artık kabullenemez durumlara ulaştı.
Tiyatro, kendi kendini yiyip bitiren ve giderek, kendi geleceğini karartan iç düşmanlar oluşturmuş durumda.
Tuhaf değil mi?
Ama ne yazık ki gerçek.
Ülkede öncelikli onca olay varken, kültürel varlıklar, sanatsal durum ve kentsel talanlar, memleketi ne kadar ilgilendiriyor fazlaca kestiremiyorum.
Ama, bildiğim bir şey var ki ayağımızın altındaki topraklar, birileri tarafından planlı bir şekilde çekiliyor.
Hiç kimse çıkıp, "hayır yapamazsınız" demiyor.
İnsanların evleri başlarına yıkılıyor, yaşam alanları talan ediliyor, halk susuyor.
Bu ülkenin mahkemelerinden alınan "yürütmeyi durdurma" kararlarını, yine bu ülkenin yasa uygulayıcıları bir türlü uygulamıyor!
İstanbul Valisi Muammer Güler suskun.
Yıl 1976. Ülkenin dört bir yanı şenlik alanı sanki. Fabrika avlularında grev önlükleri ile halaya duran işçiler, üniversitelerde bağımsızlık ve eşitlik için ayağa kalmış kol kola girmiş gençlik, toprak ağalığına karşı isyan bayrağını açmış köylüler, hak arayan, soran, sorgulayan aydınlar, demokratik kültür adına gecelerini gündüzlere katıp üreten sanatçılar.
Şaşakalırdınız.
Tiyatro sezonu açılıyor!
Devlet tiyatroları, şehir tiyatroları ve özel tiyatroların bir bölümü neler oynayacaklarını açıkladılar!
Açıklamalara bakınca sorunsuz, nerede ise güllük gülistanlık bir sezona giriyoruz!
Bu alanda çalışan, üreten yada izleyen durumunda olan bizler biliyoruz ki, gerçekler aktarılanların tam tersidir.
Hiç uzatmayalım ve soralım.
-13 Eylül 1980 günü, Bursa Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosunda benimle birlikte Erkan Yücel, Fuat Çiğiltepe, Yeşim Dorman, Rengin Somurçay, Mehmet Karagül, Hasan Yıldırım, Halil Yapağılı ve Mualla Çiğiltepe arkadaşlarımın kollarına kelepçe vurduran, sorgusuz sualsiz tam üç ay Bursa cezaevi'ne koyduran,
Duymuşsunuzdur, Başefendi'nin Deniz Feneri meselesi ile ilgili düşünceleri pek yaman!
Güngören konuşmasında, meydana çıkmış yağlı güreş cazgırı gibi bağırıyordu.
Para böyle bir şey demek ki, yokluğu da insan aklını şaşırtıyor, çokluğu da.
Nerede ise "vatan haini" ilan ettiği medya gruplarından, meseleye taraf olan her kesime, bir padişah edasıyla açıktan saldırıyor.
Birkaç haftadır dinci gericiliğin açık adresi durumuna gelmiş TV kanalları, ve onların kapsama alanı içindeki yapılaşmalarla ilgili yazılar yazıyorum.
Yaşamım boyunca hiç görmediğim resimler, duymadığım sesler, konuşma biçimleri, yüz ifadeleri ve yine hiç bilmediğim tanımlamalarla karşı karşıyayım.
Yabancılaşıyorum.
Ülkemizin hemen her İlinde birden fazla, televizyon ve radyo yayını yapan kuruluş var.
Bu kuruluşların büyük bir çoğunluğu değil, tamamına yakını dini kışkırtmalar ve ırkçılık propagandası üstüne yayınlarını kurgulamışlar.
Uydular üzerinden, Dünya'nın dört bir yanından izlenebilen bu yayınların bir denetleyicisi bir kontrol edeni yok mudur ?
Sevgili ustam, İki yıldır o yol kenarındaki gömütlükte yatıyorsun upuzun.
Yanı başından geçenler okuyor mudur mezar taşını?
Bunun bu ülkede ne kadar önemi var bilmiyorum. Ama okunsun istiyorum.
Senden geriye kalan onca şeyin yanı sıra, o beyaz taşın üstüne kazılmış adının bazı insanlara bir şeyler anımsatacağını umuyorum belki.
Bir TV dizisi. Bol kubbeli, bildik bir caminin avlusunda, belde silah, elde tespih, kafada sarık, üstlerinde yeşil cüppelerle bir takım adamlar, bu ülkenin geleceği için, dua türü bir takım laflar geveliyorlar.
Geçtiğimiz hafta yayımlanan "Heyy..." yazısına sanat alanlarından yoğun tepkiler geldi.
Bir çok arkadaşımı ortaklaştıran duygular "Evet vaktidir, yeter. Bu siyasal namussuzluklara ve sanat adına yapılan pespayeliklere karşı önce biz mücadele etmeliyiz" oldu.
Tepki gösterenlerin diğer bölümünde ise "sana ne" diyenler vardı.
Şu kara yüzlü ve tepeden tırnağa şeriat propagandaları ile dolu TV kanallarında boy gösterip, kendilerine "sanatçı" diyen yurttaşlar, sözüm size.
Bu pişkinliğin bir sonu olmalı.
Yeter, durun artık!
İnsan olmanın bir erdemi yok mu?
21.yüzyılda yaşıyoruz, ardımızdan gelen insanlık sizleri nasıl anacak algılayamıyor musunuz.?
Aşağı yukarı her gün, İstiklal caddesinin orta yerinden yolumu eski Tepebaşı Dram Tiyatrosu'na doğru kırıp, evime ulaşıyorum.
Yaşam bir kalabalık bir kalabalık sormayın.
Öyle pazar filan dinlemiyor insanlık, bir aşağı bir yukarı.
Bakına bakına dolanıyorlar.
AKP' nin sanat kurmayları(!) İstanbul kentini pazarlamak için proje üstüne proje yapıyorlar. Nasıl mı? Anlatalım.
Meclisten gece yarısı yasası olarak geçen 2010 Avrupa kültür başkenti yasası, uygulayıcılarına ve ön gördüğü ajans'ın yöneticilerine, hiçbir Cumhuriyet yasasında olmayacak kadar geniş olanaklar tanıyor.
Adolf Hitler'in Faşist partisi (NSDAP), yüzde kırk dört oy alarak kurulmuştu tahtına.
Germen İmparatorluğu ve ırkının geleceği için yapamayacağı yoktu!
Bu yüzden milyonlarca insan, binlerce yerleşim alanı, doğa, hayvan ve tarih katledildi. Farklı etnik yaşamlara ait kültürel varlıkların büyükçe bir bölümünün toprakla olan bağlantıları bile sökülüp atıldı.
Bütün bir ülkenin üstüne taşıp gelen bir beter saldırganlık, giderek aklımızı başımızdan alıyor.
Kirliliğin adı Televizyon. Oradan saçılanlar, nerede ne zaman üstümüze sıçrayacak farkına varamaz oluyoruz.
Aynı odaklardan salgılanan düzeysizlik ülke toplum ve Dünya gerçeklerinden uzak, yeni bir insan yaratmanın cengine soyunmuş durumda!
Önce Madımak Otelini sonra bütün bir Sivas'ı ve ardından tüm ülkeyi İslam adına ateşe atışın 15. yılındayız.
Alevlerin arasından yükselen "kurtarın... orada kimse yok mu?" seslerinin insanlığın üstüne siyah bir örtü gibi çoğalarak taşışının 15. kara yılı.
O kor ateş, küllerin altında ve halen can alıcı bir sıcaklıkta.
Ama, bellekler yine yitik.
Yaz gelince İstanbul'un orta yeri festivallere boğuluyor.
Bir biri ardı sıra bitip başlayan festivaller, izleyenlerle buluşmanın yarışındalar.
İçlerinde en yoksullaşmış ve en içi boşaltılarak hiçleştirilmiş olanı ne yazık ki Tiyatro festivali.
Şiirlerini tanıdığımda çocuktum. Adam bağırıyordu sanki avaz avaz. Gözlerimi kapadığımda usuma düşen resim uçuşan, dalgalı saçları ile isyan'ı haykıran bir babacan adamdı gelip karşımda duran. Söyleyecek sözlerini hemen orada, sesinin ulaşabileceği en yüksek seviyede söylemek istiyor gibiydi hep. Resimlerini ilk gördüğüm gün yanılmadığımı anladım.
Üstümüze taşıp gelen bu beter saldırganlık, giderek aklımızı başımızdan alıyor. Kirlilik, nerede ne zaman üstümüze sıçrayacak farkına varamaz oluyoruz. Her gün elimize alıp şöyle bir göz attığımız gazeteler, yaşamın her anında kulağımıza takılan, inleyen nağmeli yapışkanlık, evimizde iş yerimizdeki kirli camın, içimize içimize salgılamaya çalıştığı, zehirli sıradanlık canımızı acıtıyor.
Boğazda sefer yapan vapurların, tuhaf bir albenileri var. Salına salına öyle süzülüyorlar. Ne zaman elimde çay yola koyulsam, zamana yolculuk ediyormuşum gibi yalnızlaşıyorum. Martılar da aynı martılar, çığlık çığlığa. Kentin içimize işleyen hüzünlü kokusu belki, yalnızlık dediğimiz... Oysa, su aynı bulanık su ve hava aynı puslu hava.