Tiyatro suya yazılan yazıdır derler, halt ederler…

- Yıl 1979, aylardan Ekim. Ülkemin meydanları, fabrika avluları, okul bahçeleri şenlikli, eşitlik ve özgürlük seslerine halay sesleri karışıyor. Anadolu turnesindeyiz. Günlük güneşlik bir günde, fıstık ağaçlarının içinden geçerek vardığımız Urfa Birecik’te oyunumuz var. İndirdik dekoru, sinema salonu 3. katta.

Bizim için rutin bir iş bu. Herkes görevini biliyor. Kimler dekoru, kim aksesuarları, kim kostümleri taşıyacak, ışığı kim kuracak belli.

- Şimdilerde yok bu kolektif anlayış, her tiyatronun teknik kadrosu var.

- Önemlidir oysa tiyatro emekçisi dediğin oyuncusu, müzisyeni, kostümcüsü, teknisyeni diye ayrılmaz. Yapılacak ne varsa birlikte yapılır. O zaman sahnedeki oyunun tadına doyulmaz. Biz halen bu geleneği sürdürüyoruz.

Neyse dekoru taşırken çevrede kuru kalabalık oluştu, 7-8 kişilik bir grup köşeye park etmiş minibüsün önünde dolanıp duruyorlar. Anladık ki devlet ne yaptığımızı, yapacağımızı merak halinde. Arkadaşlarla birbirimize bakarak gülüştük. Dekoru kurmak, sahneyi oyuna hazırlamak kısa zaman alır ama ışığı kurmak eziyetli iştir önce spot ayakları, spotlar, kablolar derken iş bitti. Takibe alan polis efendilerden birkaçı salonda dolanıyorlar. Koltukların altına bakıyor biri, öyle ilgisiz göz ucuyla.

- Hayırdır arkadaş, bir şey mi yitirdin?

- Bomba filan vardır belki arama yapıyoruz.

- Bu ilçede bombalı eylemler mi oluyor, ne gezer sinema salonunda bomba?

- İşimize karışma.

Çabucak bitiriyor aramayı, bakışıyoruz. Gözlerini kaçırıyor, sonra birkaç polis daha geliyor, kulise girmeye çalışıyorlar.

- Nedir derdiniz, burası kulis yani bizim evimiz, giremezsiniz.

Sokmuyoruz. Başlarındaki "amirim" dedikleri tıfıl da bir afra tafra sorma. Çekiliyorlar salonun giriş kapısına doğru, sağlı sollu sıra oluyorlar. Dekor panosunun kerterizinden izliyorum. Her giren seyirciye tehdit edercesine dikiyorlar gözlerini. Neyse salon doluyor. İlk antre benim, sahneye çıkar çıkmaz salonda bomba arayan polisle "amirim" dedikleri tıfıl ile göz göze geliyoruz, en önde oturuyorlar. Ağzımdan çıkan her repliği elinde tuttuğu tekstte arıyor polis. Arada bir fısıldaşıyorlar. Seyirci rahatsız oluyor, umurlarında değil. Oyunu başından sonuna böyle izliyorlar. Son sahneyi oynuyoruz. Alkışlardan da rahatsız oluyorlar. Dekorları ve malzemeleri topluyoruz. Aşağıda kapının önünde seyirciler var, ileride bekleşen minibüs sayısı üçe çıkmış. Hazırız, yolda bir yerde karnımızı doyurup Nizip üstünden Antep’e doğru salacağız kendimizi. Birecik köprüsü üstünde aracımızın önü kesiliyor. Ellerinde tüfekler, takoz gibi telsizler, indiriyorlar bizleri aracımızdan, ite kaka beyaz minibüslere tıkıştırıyorlar.

Sorduğumuz hiçbir soruya yanıt alamıyoruz. Karnımız aç, sigara da içirmiyorlar.

- Duralım şurada tuvalet ihtiyacımız var.

- Sık dişini artist.

Sıkıyoruz. Nereye gittiğimizi bilemiyoruz yol bir türlü tükenmiyor, derken sabahın ilk ışıklarında kent kalabalığının seslerini duyuyoruz. İndiriliyoruz araçlardan, geldiğimiz binanın kapısında Urfa Emniyet Müdürlüğü yazıyor. İki kat yukarı çıkartılıyoruz, koridorun sonundaki demir parmaklıkların ardına tıkıştırılıyoruz. Bağırıyoruz, çağırıyoruz duyan eden yok. Siyah takım elbiseli bir yerden bitme geliyor elinde sarı kapaklı bir dosya.

- Demek komünizm propagandası yapan, devletimize ve devlet büyüklerimize hakaret eden sizlersiniz?

- Ne propagandası ne hakareti oyun oynadık, bir tiyatro ekibiyiz biz.

- Kes lan sesini dümbük.

Susturamıyor. Öyle kolay mı oyuncu tayfasını susturmak. Her kafadan bin ses çıkıyor.

- Sanat düşmanları faşistler... Gerçeklerden korkan ödlekler... Dağ başı mı burası... Hangi hakla bizi tutuklarsınız... Utan utan bizim verdiğimiz vergilerle maaşını alıyorsun... Hayatında hiç mi oyun görmedin... Cahil.

- Kesin lan... Sahnede orak-çekiç bile göstermişsiniz... Bana değil derdinizi savcıya anlatın.

Sabahın körü, açlık da başa vurdu sigarasızlık da, su bile vermediler. Çıkartıldık savcının karşısına. Ayhan Işık bıyıklı, gözlüklerinin altından çaktırmadan bakan, siyah kravatlı tostoparlak bir savcı ve karşımızda oyunu ilk sıradan izleyen tıfıl "amir" ile elinde teksti tutan polis tanık, biz sanığız.

- Sahnede orak-çekiç göstermişsiniz.

- Göstermedik. Oyunun o tablosu Söke ovasındaki toprak işgallerini anlatır. Kendi topraklarında köle olmuş halkın, ağanın ve jandarmanın zulmünün üstüne yürüyüşüyle biter. Seyircinin gördüğü köylülerin ellerindeki tarım aletlerini havaya kaldırdıkları andır, ışık bunun üstüne söner.

- “Gelin canlar bir olalım münkire kılıç çalalım, Kula kulluk yetsin artık” demişsiniz.

- Bu sözler Pir Sultan Abdal’a ait, binlerce yıldır türkü olarak söyleniyor, yasak mı?

- Kes sesini.

- Hem soruyor yanıt verince kızıyor, kızarıyor, bağırıyorsunuz niye ki?

- Kes sesini. Toprak sahiplerini, jandarmayı, polisi zalim olarak göstermek ne demek oluyor? Bu suçtur, devlete ve devlet büyüklerine hakaret edemezsiniz.

- Toprak ağaları sizin devlet büyüğünüz mü oluyorlar?

- Kes sesini, toplayın atın bunları içeri.

Hayda, çattık ne savunma yapabildik ne derdimizi anlatmaya olanak verdi.

İttire kaktıra çıkardılar, bindirdiler aynı araçlara, attılar Urfa kapalıya.

İki gün içinde Urfa barosundan bir avukat arkadaş girdi devreye Hüsamettin Durgun. Meğer Urfa valisine ihbar edilmişiz. Ülkü Ocakları başkanlığı dilekçe vermiş. “Vatan hainleri oyun diye sahneye çıkarak vatanımızı, milletimizi, dinimizi karalamaya geliyorlar.”

Faşist işte cahil, ahlak çökmüş, erdem yok, şeref yok, sanat nedir, kardeşlik nedir, vicdan nedir, hak nedir, türkü nedir, aşk nedir bilmeyen yalnızca aydınlanmacılara düşmanlık kusan bir güruh.

- Tıpkı bugünkü gibi ağabey, bugün yasaklanan oyunları birileri ihbar ediyor, yoksa oturup oyun izledikleri filan yok, izleseler de anlamayacaklar zaten. İhbar edenler, oyunun adı, kimin kimlerin oynadığı önemli onlar için. Sonra telefon yoluyla sahnelerin sahiplerine emir yağdırıyorlar, yetmiyor oyun saatinde tiyatroya gelip oyunun oynanmasını yasaklıyorlar, ortada mahkeme kararı bile yok.

- Demem o ki, bugünün iktidarı baskı ve yasaklar konusunda kendi tarihinden kopyalar çekiyor.

Utanmadan dünya yazarlarının oyun metinlerini sansürlüyorlar. Salonların kapısına mühür vurup oynanmasını engelliyorlar.

- Bir de şu tekst verme bahsi var ağabey. Kaymakamlıklara ve illerin mülki amirlerine “sınırlarınız içinde oynanacak tiyatro oyunlarının metinlerini önceden inceleme“ yetkisi verilmiş.

- Biz bunu 1983 yılında çöpe attık. Sakın ha sakın hiçbir tiyatro, oyun metnini mülki amire vermemelidir. Hiçbirinin böyle bir yetkisi yok. Bunun yasalarda karşılığı da yok.

İnsanlık tarihinin en eski ve saygın mesleğinin yaratıcıları bu tür madrabazlıklara teslim olmamalıdırlar. Oynadığımız bütün oyunlar insanlığın ortak değerleridir, bunun karartılmasına asla izin verilmemelidir.

Yoksa zulüm zaten zalimdir ve şimdi her şey yukarıda anlattığımdan bin beter.

- Urfa'da kaç gün yattınız ağabey?

- 26 gün. Çıktık mahkemeye, karşımızda başka bir savcı, anlattık derdimizi, adam yarım ağız sırıtarak salıverdi bizi.

Ama bu bugün böyle olmaz, bugün savcı tutuklanma kararı verdi mi sittin sene mahkemeye çıkamazsın, derdini anlatmaya başladın mı “vatan haini”, ”terörist” ilan edilirsin.

- Ne yapacağız ağabey, üretmeyelim mi?

- Yok öyle şey, bütün sahneler bizim. Sonuna kadar üreteceğiz. Kardeşlik diye, eşitlik diye, aşk diye, şarkı diye, türkü diye, dans diye, resim diye, heykel diye, roman diye, şiir diye, ağaç diye, kuş diye, su diye, kadın diye, çocuk diye, erdem, vicdan, şeref diye diye üreteceğiz.

Tiyatro suya yazılan yazıdır derler, halt ederler, tiyatro oyunu dediğin; hayatın bağrında, insan aklını zenginleştirmek için yazılır, oynanır ve oraya kazınır.

Zalimin tiyatrodan korkması da bu yüzdendir.

[email protected]