Oy gidi Karadeniz

Trabzon’a uçuyorum, günlerden 19 Ağustos Cuma.

1. Uluslararası Trabzon Film Festivali’nin yarışma bölümünde oynadığım bir film var, MEZARCI.

Uçakta tek boş yer yok. Tüm koltuklar simsiyah giysili, yalnızca gözleri görünen peçeli kadınlarla, IŞİD sakallı erkeklerle ve çocuklarla dolu.

Hostese sordum.

-Riyad uçağı mı bu, Trabzon mu?

Gülümsedi.

-Hep böyle efendim, yalnızca biz günde 3 uçuş yapıyoruz, hepsi dolu, diğer şirketlerin ise toplam 7 uçuşu var.

-Ne var Karadeniz’de petrol mü?

-Yeşil, yeşile tutkunlar ve derelere, yaylalara.

Yanımdaki Hopalı karışıyor söze.

-Bütün oteller dolu, yaylalarda evler, arsalar alıyorlar. Geçen hafta Arhavi’de bir Katarlı otel satın aldı, yetmedi yanındaki arsaları da aldı, inşaat yapacağı söyleniyor. Karadeniz’i turizme açıyoruz diye bağırıyorlar ya.. yalan. Gelsin görsün millet, her yer beton, eskiden boş buldukları yere cami yapanlar şimdi betondan ev, otel, AVM yapıyorlar. Yaylaların, köylerin canı çıktı. Bu gidiş gidiş değil. Sonunda bize buralarda yaşam hakkı kalmayacak. Adamların parası var. Bastırıyorlar parayı tüm dere boylarını, yaylalarımızı, çaylıklarımızı satın alıyorlar. Uzungöl ne olduysa tüm Karadeniz o olur. Yakındır Ayder’i gören tanımayacak, kına yaksınlar.

-Satmasın bizimkiler.

-Milletin canı boğazında ağabey, iş yok, ne çay para ediyor ne fındık, ne halt edecek. Başını sokacak bir dam kalacak, gerisini satacak.

Uçakta çocuklar hiç rahat durmuyorlar, koltukların tepelerine tırmanan afacanlar var, hostesler yarı gergin yarı güleç işlerini yapmaya çalışıyorlar. Bir kakofoni ki sormayın, neredeyse her kafadan bir ses çıkıyor ve nedense tüm yolcular bağırarak konuşuyor. Sıra ‘ikram servisine’ geliyor.

Çaprazımdaki peçeli kadına bakıyorum göz ucuyla. Nasıl yiyecek o sandviçi ve meyve suyunu nasıl içecek, ağzını görmüyoruz kapalı ve her yeri simsiyah, bir gözler açıkta bir eller. Utanıyorum izliyor olmaktan. Bir insan bir insana dahası bir inanç bir inanana bunu nasıl yapar. Bir işkence izliyorum. Eğiyor başını, bir eliyle peçesini kaldırıp, yemeğe çabalıyor. Önceleri makarna yemeye çalışan bir kadın daha görmüştüm. Sonunda ağlayarak, fırlatıp atmıştı tabağı. Ancak şimdi bir zulüm izliyorum. Meyve suyu kucağına dökülüyor, yanında oturan hiç aldırmadan geviş getiriyor. Bu nasıl inanç?

Hopalı fark ediyor izlediğimi.

-Ha bu nedir ağabey ya ha bu nedir? Benim anamın da başı kapalı ama ha bu nedir, 21. yüzyıldayız. Eziyettir bu. Bir adamın bir kadına eziyeti.

-Bir dinin bir kadına ömür boyu işkencesi.

-Hepsinin en az iki eşi var ve en az beş  tane çocuğu.

Hostesler yoruluyor, buna can mı dayanır, bütün uçak tıkınıyor ve çocuklar hiç aman vermiyor. Bu fasıl neredeyse inişe geçiş anonsu duyulana kadar sürüyor. En son gördüğüm önümdeki koltukta oturanın yandakilere baklava ikramıydı.

İniyoruz.

Severim ben coğrafyamı.

Bu toprakların çocuğuyum, hep yağmura ıslık çalan yamaçları, aldığı nefes, yeşilinin amansız çılgınlığı, denizinin asi oluşu, insanının fıkra gibi şakraklığı, mertliği, müzikle olan yolculuğu ve dağların doruklarına kadar uzanan yalnızlığını severim.

O küçücük hava limanında neredeyse adım atacak yer yok. Hopalı ile sıyrıldık aralarından. Kapının önünde ellerinde kâğıtlarla onlarca insan bekliyor. “Arap Müşteri” hareket getirmiş memlekete!

İki genç hemşerim karşılıyor, kucaklaşıyoruz. Serviste  “koyverdun gittun beni..” çalıyor, Kazım’ın sesi içime işliyor. Üniversitenin oteline geliyoruz, biliyorum burayı, dalga sesleriyle uyunur. Hayret otel boş gibi, soruyorum.

-Efendim burada akademisyen ve mimarlar var, Mimarlar Odası’nın bir toplantısı için.

Rahatlıyorum biraz, tuhaf.

Filmin gösterimi yakındaki bir AVM de olacak. Daha kapısından başlıyor kalabalık. Sanki içeride her şey bedava dağıtılıyor.

Her tür markanın olduğu bir pazar burası, hepsi birbirinden pahalı, benim yurttaşlarım buradan alış-veriş yapsalar aç kalırlar.

Tuhaftır dükkânlar boş ama yemek katı denen bölümde, tek boş sandalye yok.

Film gösteriminden mutlandım, az seyirci vardı ama jüri üyeleri bile ‘en fazla bu filme ilgi var’ deyince sustum.

Festival organize etmek ustalık ister, beceri ister, sanatsal-kültürel bir akıl ister, çalgıcı organize etmenin bile bir adabı vardır.

13 film davet ediyorsun, ‘yarışmalı ve ödüllü’ diyorsun ama boş salonlarda gösterim yapıyorsun!

Geçen yıl Antalya’da aynı düzey vardı. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin önce "Altın Portakal"ını attılar bu sene de ulusal yarışma bölümünü.

“Burası mikrofonu eline alan her oyuncunun, her yönetmenin hükümete laf edeceği yer değil” diyen bir kara akıl var perde gerisinde.

Anlayacağınız; ülkem sinemasının tarihini, emeğini, alınterini çiğnediler. 53 kez yapılan ve onlarca namuslu, erdemli sanat yapıtının, yaratıcılarının hayata ışıdığı Ulusal Yarışma bölümünü yok ederek, sinema adına yaşanmış ne varsa hepsini mezara gömmeye karar verdiler.

Ancak beceremeyecekler. Hazırlık halindeyiz, “Biz yaparız” diye yola çıktık.

Yemeğe gidiyoruz. Of’tan gelmiş dostlarım var,  Arsin sahilde hangar gibi bir lokantadayız. Yer ayırmış olmasalar ayakta kalacağız. Yer gök simsiyah ve gürültü kaydı yapsanız ancak o zaman durumu anlarsınız. Dışarı kaçıyoruz.

Yağmur başlıyor. Nasıl çılgın, nasıl hırslı, bir sızıntı içinde ağlar gibi.

Masanın konusu festival, filmler filan değil, bölgenin içinde bulunduğu durum.

Bir oyuncu arkadaşım.

-Ağabey vallaha kendimi Arabistan’da hissediyorum, yani oraya gitmişim gibi.

Gülünüyor.

Of’tan gelen Süleyman Bektaş:

-Bu ne ki Ordu’dan Artvin’e kadar her yerdeler. Gelsinler, gezsinler, yesinler, içsinler, doğanın tüm nimetlerinden yararlansınlar itirazımız yok ama birilerinin aklına uyup yaylalarımızı, derelerimizi satın alıp işgale kalkmasınlar. Her şeyin bir sınırı yok mu?

Artvin’i düşünüyorum, çocukluğumun bayır gülünü yok ediyorlar, zor tutuyorum kendimi..hiç yeri değil!

Susuluyor.

Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu arıyor, “Kıyı Bölgelerine Mimarlık, Karadeniz’in Doğa ve Tarih Değerleri Risk Altında” başlıklı toplantılar düzenlediklerini aktarıyor.
-Karadeniz hızla Ortadoğulaştırılıyor.
-Görmüyorlar mı?
-Göre göre yapıyorlar.

Canım acıyor bir kez daha, koca örgüt ayağa kalkmış dinleyen yok. Mimarlar sürecin dışına itiliyor. Talanın önü açık.
-Direneceğiz diyor başkan direneceğiz.

Uyku tutmuyor.

Doğduğum toprakların peşkeş çekilerek hırsızlanmasına tahammül edemiyorum.

Evimizin önündeki çeşmeyi, her mevsim akan dereyi, değirmenleri, ahlât, kızılcık, ceviz ve kiraz ağaçlarını, içinde kaybolduğum ormanı, sis denizini düşünüyorum.

İnsan kendi memleketinin ağacını, kuşunu, suyunu, toprağını ve insanını nasıl talan eder?

Sabahın alacasında yine aynı kalabalığın içindeki birkaç yabancıdan biri olarak geri dönüyorum.

Hopalı Hemşin kardeşimin söyledikleri var yüreğimde.

-Gericiliğin yapamayacağı yok ağabey, diklenmezsek ezip geçecekler her şeyi.

[email protected]