Manolya…

Gülen insanlar görmek istiyorum trende vapurda, otobüste, sokakta, meyhanede.

Acılar kan renginde, hüzünler ölüm.

Ellerimize, yüzümüze, aklımıza, ruhumuza kin bulaştı ve nefret.

Küfürler savuruyoruz, ağız dolusu.

Öfke gelip taht kurdu bağrımıza.

Sevinçler bölük pörçük.

Ne çayın tadı var, ne elmanın, ne üzümün, ne narın, ne ekmeğin, ne bir kadeh şarabın.

Keder demledi kendini.

Üstüme umutsuzluk yağdığı için değil, gözlerimin gördüğü hüznü içime hapsettiğim için hiç değil ama büyüdükçe küfür ve sustukça hayat, tükeniyor ışıklı günlerin şavkı.

Esir ediliyoruz hurafelerin, doğmaların üfürükçü yobazlığın, talancı soysuzluğun yalanlarına.

Esir ediliyoruz korkuya.

Baskının ve zulmün akıttığı gözyaşlarına sığınıyoruz.

Acıyı kuşanıyor susuyor, susuyor, susuyoruz.

Sonu olmalı bu pısırık teslimiyetin.

Sokaklardan gülen yüzleriyle insanlık meydanlara taşmalı, kahkahalar yarışmalı birbirleriyle, sevinçler sel olmalı.

Çocuklar dansa durmalı bağrımıza.

Bu hesaplaşmayı beceremezsek öleceğiz birer birer ve sonra biner biner.

...

Sonbahardan kalma bir akşamüstüydü, ‘göçmüş kediler bahçesi’ gibi bir avlunun orta yerindeydik.

Kapı çaldı, açtım.

Elinde kendisi kadar kederli siyah bohça ile bir anne.

-Evladım affedersin, bahçedeki Manolya ağacı duruyor mu diye sormaya geldim.

Durdum. Gözlerimin içine baktı, bir damla yaş yaşanmışlığın izlerinden kayarak önüme düştü. Elinden tutup içeri aldım. Bahçe kapısında durdu. Usulca kaldırdı başını, gözyaşları iniltili seslere karıştı. Sonra sevinçle açtı ellerini ve sarıldı ağacın gövdesine.

Bir annenin hasret kalmış çocuğunu kucaklar gibi okşadı, okşadı, okşadı ışıldadı gözleri.

-Sana teşekkür ederim yaşadığın için, size de yaşattığınız için.

Siyah beyaz bir resmin içindeydik.

-70 yıl önce ben diktim onu. ‘Sevinç’ koymuştum adını, o sevilmiş serpilmiş büyümüş, ben sevinçlerimi burada bıraktım.

Sonra yorgun bedeni ve mor menekşeler gibi gülen gözleriyle geldiği gibi gitti.

Kalakaldık.

Gün geldi o an hep gelip durdu karşımda. Biz o Manolya ağacını terk edeli çok oluyor, ağacı diken annenin artık yaşamadığı gerçekliği ise hüzün.

Kaçtır görüyorum sokağın başındaki otelin önünde Atina-Selanik plakalı tur otobüsleri duruyor. Yaşları 70’in üstünde gülmeyen yüzler iniyor araçlardan.

Sonra sokak aralarında gezinirken rastlaşıyoruz.

Ağır bir yenilmişlik, yitik bir yorgunluk, bitmemiş bin acı ve keder omuzlarında.

Doğdukları evlerin duvar diplerine kurumuş çiçekler bırakıp şarkılar mırıldanıyorlar.

Ağaçları soruyorlar, çeşmeleri, salıncaklı çocuk bahçelerini, köşe başındaki Gonk sinemasını, Tepebaşındaki tiyatroyu.

Mezarlıklarının üstüne bir stadyum yapıldığını görünce iç çekintileri büyüyor, acılar katmerleşip yumruk oluyor göğüs kafeslerinde.

Manolya ağacını öperek koklayan anne gibi 6-7 Eylül 1955 yılının çocukları bunlar.

Ağlıyorlar.

Sonra yaşadıkları kan, kin ve öfkeyi, kurumuş kır çiçeklerini ve hüznü savurup gökyüzüne gidiyorlar kendi topraklarından kendi topraklarına.

Sevinçli insanlar arıyorum trende, vapurda, otobüste, sokakta, meyhanede.

Ne çayın tadı var, ne elmanın, ne üzümün ne narın, ne ekmeğin, ne bir kadeh şarabın.

Keder demledi kendini.

Yenilmeli bu kahpe soysuzluk diye bağırmak geçiyor içimden.

[email protected]