Kedi, ıhlamur ağacı ve kiraz…

Gecenin körü, sokaklardan yükselen korna seslerine silah sesleri, kurt uluması sırıtkanlığına tekbir getirenlerin küfürleri karışıyor.

Sokağa çıktım.

Karıncaların su içtikleri yer nerededir bilsem oraya kadar yürümek istiyorum, olmadı bir kayıkhanede sabah türküleri dinleyip, üstüme güneş doğana kadar avazım çıktığınca bağırmak.

Köşe başında iki yavru kediyle karşılaştım, girmişler birbirlerinin koynuna esen rüzgârdan sakınıyorlar, dokundum hiç oralı olmadılar. Kırlangıç kuşları gecenin bu kapkara vaktinde niye yuvalarında değiller?

Kadıköy’de Karaköy iskelesinde bir sarman var, ben adını İskele koydum. Kış başından beri gelenin geçenin dostu, öyle kocaman ela gözlü bir pofuduk, ona mı gitsem, balıklı yaş mama seviyor.

Denize indim, sahil boyunda ıhlamur ağacının altındaki bir bankta ağır muhabbet var, yaşlıca olan küfürbaz olmuş benim gibi.

- Al sana seçim ulan, alsana seçim, bir aydır yok şöyle olacak, yok böyle olacak, bu sefer canlarına okuyacağız diyordun, ne oldu?

- Sattılar bizi, ben bana düşeni yaptım, suç bizimkilerde.

- Hem sattılar diyorsun hem bizimkiler, ulan bu bizim dediğin sizinkiler kaç kezdir satıyorlar sizi, akıllanmadınız gitti, hele sen rüyalarındaki aşkı masal gibi anlatacak kadar hayalperestsin.

- Ağabey boşver be deşme yaramı, zaten titriyor elim ayağım bak dellenecem şimdi, kalkıp bağıracağım ana avrat.

- Zaten bağırıyorsun.

- İyi susalım o zaman.

Yürüyorum yanlarına, bedenlerinden taşan hiddetin ritmi Çigan orkestrası gibi.

- Bir yudum varsa ben de isterim.

- Var… Buyur bey kardeşim.

- Duydum konuştuklarınızı.

- Haklı değil miyim ama bunları sürekli kandırıyorlar. Bu akşamları buraya bir geliyor görsen üstü başı, cepleri umut dolu, anlatıyor da anlatıyor, hayalci.

- Yahu ağabey yapma Allah aşkına ne gördüysem onu anlattım, ne yaşadıysam onu, kapıcı Mehmet bile beni kandırdıysa benim suçum ne?

- Senin suçun hayatı okumamak, okul okumaya benzemez o.

- Siz söyleyin ağabey umut yok muydu memlekette, herkes bu kez olacak demiyor muydu? Balıkçılar bile “Denizi de bunlar kuruttu” derken yalan mı söylüyorlardı ya bakkal Recep, borç defterinin ikincisine başlamış rakamları yazmaya, yarısı ekmek parası, o da mı yalan? “Bıktım bunlardan, dün ikiye aldığım bugün dört olmuş, bütün gıda öyle, kaça satıp iki kuruş kazanacağız, kira var, vergi var, çalışan parası var” diyordu o da mı yalandı?

- Bunları söyledikten sonra, inşallah filan deyip her şeyi Allah’a havale ediyorlar mıydı?

- E yani Müslüman ülke.

- Boşverin bu bahsi, içinizde şiir bilen var mı, şöyle gecenin içine doğru savursak belki üçümüz içinde işe yarar ya da bir türkü.

- İsmet ağabey şiir bilir, bazılarını defalarca okur, ertesi gün sorarım şiirin tamamını hatırlamaz ama bana laf eder.

- Denizden nefes almadan olmuyor ne yapayım yani, şiir bu öyle her vakit düşmüyor insanın aklına, düşse bu durumda olmazdık, üç paralık şarapla kendimizi sultan sanıyoruz.

- Umudun çalındığı zamanda şiir onarır insanı, müziği de içindedir ahengi de, sevdası da, kavgası da.

- Ben seni tanıyorum ağabey, hani deminden beri söyleyeceğim de fırsat olmadı laftan. İzlemişliğim var sizi bir oyunda, bağıran çağıran komik birini oynuyordunuz, çok güldüm, bir daha gideyim dedim ama bilet pahalı geldi.

- Tanışıyor olsaydık, konuğumuz olurdunuz. Neyse şu hazan yaprağı durumundan çıkalım bakarız hayata.

- Nasıl olacak ağabey, yapmadık şey bırakmadım, olmadı, olmuyor, bir şeyler eksik, ama ne?

- Çok beylik bir laf olacak ama örgütsüz olduğun için olabilir mi, tek başına çaresizlenir insan, içi çürümüş kızılcık dalı gibi işe yaramaz hissedersin kendini.

- İşte bu kardeşim işte bu, anlat buna doğruyu, yalnızlık beladır de, insanın kendi canını canından eder de, senin gibi düşünenler yalnız başlarına hiçtirler de, yalancılar, hırsızlar kazanır, gerçek görünmez olur de, anlar mı bilmem ama de.

Ambulans sesleri geliyor, havada helikopter fırr, gecenin içine gündüzün kiri karışıyor, o iğrenç müziği son ses açmış siyah bir cip geçiyor Galata köprüsünün üstünden, camından bayraklar sallayan türbanlı bacılar.

Telefonuma bir mesaj düşüyor “… Üzerimden inanılmaz bir yük kalktı ağabey, çünkü tarih bizi haklı çıkardı” diye başlıyor. Okuyorum tamamını yanıtlıyorum sonra, “Ne demiştik, biz kazandık düzen kaybetti.”

- Henüz 22-23 yaşlarında bir arkadaş “Yılmadan, bıkmadan, usanmadan çalıştık, yılmadan, bıkmadan, usanmadan, korkmadan, daha çok, daha çok çalışıp yeneceğiz yalanı, yenilmedik, yenilmeyeceğiz” diyor. Buradan bile gözlerinin içinde çiçek açan umudunu görebiliyorum. Yalnız da değil, her yaştan her meslekten, bir düğün halayındaki şenlik kadar sevinç dolular, sokaklarda bağır bağır “Bu Düzen Değişmeli” diye insanlığa seslenirken nasıl inatçı idilerse öyle, çocuk sevinçlerini kuşanmış bahar dalları gibi, sen teslim olmuş sızlanıyorsun.

- Onlar komünist ağabey, ümitli insanlar, tanıyorum içlerinden birilerini, saat tamircisi bir arkadaşım var, bir diğeri hemşire, bizim komşunun küçük kızı Dilan başımın etini yiyor her gün, “sınıfının adamı ol” diye, bana sürekli bültenler veriyor ve Nâzım şiirleri.

- Buna ne yaparsan yap kardeşim değiştiremezsin, tutunmuş batık bir kayığın kırık küreğine savrulup gidiyor karanlık suların bağrında.

- Sen ne yapıyorsun İsmet ağabey, burada bana her gece nutuklar çekmenin dışında. Koydun mu taşın altına elini, çıktın mı sokağa, tuttun mu martının kanadından, çocukların sevincine eşlik ettin mi?

- Ha sıra bana geldi, yani seni hallettik öyle mi, bir de bilmiyor gibi gevezelik ediyorsun, umudu çoğaltıyorum ben, yazıyorum gökyüzünün maviliğine kocaman kocaman barış diye, aşk diye.

- Neye yarıyor?

- Senin gibilerin yaşama tutunmasına, geçen gece okuduğum Nâzım şiirindeki gibiyim az şey mi?

Dünyadan, memleketinden, insandan 
umudum kesik değil diye 
İpe çekilmeyip de 
Atılırsan içeriye, 
Yatarsan on yıl, on beş yıl 
Daha da yatacağından başka, 
'Sallansaydım ipin ucunda 
Bir bayrak gibi keşke' 
Demeyeceksin, 
Yaşamakta ayak direyeceksin. 
Belki bahtiyarlık değildir artık, 
Boynunun borcudur fakat 
Düşmana inat 
Bir gün fazla yaşamak.

 
İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin, kuyunun dibindeki taş gibi. 
Fakat öbür tarafın 
Dünyanın kalabalığına 
Öylesine karışmalı ki, 
Sen ürpermelisin içerde, 
Dışarda kırk günlük yerde yaprak kımıldasa.

 
İçerde mektup beklemek, 
Yanık türküler söylemek bir de, 
Bir de gözünü tavana dikip sabahlamak 
Tatlıdır ama tehlikelidir. 

Tıraştan tıraşa yüzüne bak, 
Unut yaşını 
Koru kendini bitten, 
Bir de bahar akşamlarından; 
Bir de ekmeği 
Son lokmasına dek yemeği, 
Bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman. 

Bir de kim bilir, 
Sevdiğin kadın sevmez olur, 
Ufak bir iş deme, 
Yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir, 
İçerdeki adama. 
İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena, 
Dağları, deryaları düşünmek iyi. 
Durup dinlenmeden yazmayı, 
Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana, 
Bir de ayna dökmeyi. 

Yani içerde on yıl, on beş yıl, 
Daha da fazla hatta 
Geçirilmez değil, 
Geçirilir, 
Kararmasın yeter ki 
Sol memenin altındaki cevahir!”

Bir iniltili ses ki İsmet’in sesi o kadar olur, hani derin kuyulardan soğuk su çekmenin neşesi gibi. Kucaklaşıyoruz dostça, yürüyorum köprünün başına doğru, alaca bir gün ağarıyor, oltacılar görüyorum, umutlarını boğazın sularında arayan karabataklar gibiler.

Islık çalmayı severim, Yaman Okay da severdi. Nedense o düşüyor aklıma, sabah karanlığındaki soğuk Ankara günlerinde yüreğimi ışıtan ıslıkla Sovyet marşları çalışı ve dans edişi Kızılay’ın orta yerinde. İki kişilik kartopu yumağı olup sarmalardık hayatı. Tam da orada, Hasan Hüseyin’in şiirini yazdığı heykelin önünde.

Alaca benekli bir kedi görüyorum kırmızı balık kovasının dibinde, kıvranıyor açlıktan, yanıma mama almadan sokağa çıkışıma kızıyorum, telefonuma düşen mesajı okuyorum yeniden “…tarih bizi haklı çıkardı ağabey...” gülüyor ellerim, bir kiraz görseli gönderiyorum genç yoldaşıma, bin sepet dolusu olsun isterdim.

[email protected]