İçimizdeki Kurşun…

İstanbul da yaşıyorsanız biliyorsunuzdur, kentin bazı bölgelerinde hayat artık çekilmez oldu.

Gündelik yaşamın orta yerinde, her an polis barikatları ile karşılaşabiliyorsunuz.

Bazen yıkımlarda halka kalkan olmak için, bazen başbakan ve benzeri zevata 'sıkı koruma' için, ve daha çokta her türden demokratik eylemlere karşı biber gazlı bir duvar örmek için, devlet kılıç kalkan ekibi gibi yaşama set oluyor.

Sabahın ilk ışıklarında ve gecenin kör vaktinde, zırhlı polis araçları ile karşılaşıyorum.

Son sistem silahlar ve ürkütücü kuşanımları ile başka gezegenlere ait gibiler.

Tuhaf maskeler, elektrikli coplar. Nükleer savaşa gidiyorlar sanki!

Kentin merkezi olan Taksim ve Beyoğlu çevresi, adeta polis çemberi altında.

Taksim meydanı'nda sular idaresinin ön kısmı, yirmi dört saat boyunca onlarca polisin nöbete durduğu bir nokta oldu.

Yine Gezi parkı'nın önemli bir bölümü de polis'e ayrılmış durumda.

Taksim'den Tepebaşı'na doğru inen Tarlabaşı bulvarında, tüm sokak girişlerinde motorize birliklerbekletiliyor.

Tarlabaşı bölgesine tüm giriş çıkışlar denetim altında.

Vali, tüm kentin kameralarla kontrol edildiğini söylüyor.

Yani, adım başı 'gözlem' altındayız!

Bazı noktalarda, günün belirli saatlerinde panzer gibi zırhlı araçların beklediğini görüyoruz. Taksim ve Galatasaray meydanları en çok bilinenler.

Yine hemen her gün metro giriş çıkışlarında ve de vapur iskelelerinde "kimlik kontrol" uygulaması yapılıyor.

Bir resmi ve birkaç sivil polis'in yaptıkları bu uygulamalar, gündelik yaşamın bir parçası haline getirildi.

Yurtsever yayın organlarını izlediğiniz zaman ise, çok daha farklı bir polis ablukası gerçeği ile karşılaşıyorsunuz.

Bazı mahalleler süreli polis tehdidi ve baskısı altındalar.

İstanbul da üç ana semt, devletten payına düşeni fazlası ile alıyorlar!

Gazi, Ümraniye ve Ok Meydan'ı.

Bu bölgelerde "uygulama" adı altında, adeta sıkıyönetim koşulları yaşatılıyor.

Polis, resmi-sivil sürekli kimlik taraması yapıp, üç kişinin bir araya gelmesine bile engel olmaya çalışıyor.

Kahveler, birahaneler sürekli denetim altında tutuluyor.

Hemen hemen her gece bir çok evde polis araması yapılıyor.

Miting ya da basın açıklamaları öncesi bu mahallerde yaşatılanlar, 12 Mart ve 12 Eylül'ün o kara gecelerinden farksız.

Yukarda sıraladıklarım, Türk polisi'nin İstanbul da görülen yüzünün küçük bir bölümüdür.

Çünkü bizler, aynı polis'in demokratik eylemlere karşı uygulamalarının ne olduğunu da biliyoruz.

İstanbul da herhangi bir eyleme katılıp biber gazı, cop, sille-tokat, tekme, kalkan, yumruk, taş ve küfür yememiş çok az insan vardır.

Bu resim, Doğu ve Güney Doğu da nasıl yaşanıyor birlikte görüyoruz.

Ekranlardan akan görüntüler kan, kin, nefret ve acı dolu.

Çocukların ellerinde taşlar, polislerin ellerinde ise silah ve gaz bombaları.

Gerginlik bile isteye tırmandırılıyor gibi.

AKP, kor ateşin üstüne benzin döküyor.

Diyarbakır, Van ve Hakkari de olup bitenleri tersinden okuduğunuzda, bu kentlere yapılan AKP çıkartmasının bir şova dönüştüğünü algılamak olasıdır.

Devlet asker, polis, özel tim gibi tüm olanaklarını kullanarak, havadan ve karadan bu illeri ve çevrelerini kuşatma altına almış gibidir.

Güney Doğu kentlerindeki emniyet uygulamaların sonuçlarını basından izliyoruz.

Gördüklerimiz, kardeş sofrasına kan doğrandığının resmidir.

Siz okurlarım anımsayacaksınız, "Polis yetki ve salahiyetleri kanunu" çıktığında yasadan alıntılar yaparak, neler yaşayacağımızı anlatmaya çabalamıştım.

Aradan geçen şu kısacık zamanda, tüm bir ülke olarak, polis kalkanı altında yönetilir olduk.

"Yasa bu haliyle polis'e insan öldürme yetkisi veriyor" demiştik, öyle de oldu.

Antalya da Çağdaş Gemik adlı on sekiz yaşında bir yürek, günün en aydınlık saatinde, bir polis tarafından sokak ortasında vuruldu.

Öyle durduk yerde, durduk yere vuruldu. "Dur emrine uymadı vurdum " dedi vuran polis.

Evet, Çağdaş Gemik'in katili bir polis.

Basından son durumu izlemişsinizdir.

Polis, önce tutuklandı sonra da serbest bırakıldı. Gerekçe ise yukarda sözünü ettiğimiz yasa.

Bir diğer olay İstanbul da yaşandı.

Yine gün ortası bir saatte, Yürüyüş dergisi dağıtırken göz altına alınan Engin Çeber, tutuklanarak Metris cezaevine konuldu.

Metris cezaevinden hastahaneye kaldırılan Çeber, öldü sanılarak morga kondu, yaşam belirtileri gösterince de yoğun bakıma alındı.

Avukat Taylan Taner " yüz ve kafasında yara izleri var" açıklamasını yaptı.

Sonunda, Çeber'in yoğun işkence görerek yaşamını yitirdiğini devlet itiraf etti.

Adalet Bakan'ı, aileden 'özür' dilemekle yetindi!

Engin Çeber, polis kurşunu ile felç kalan Ferhat Gerçek'e destek vermek için yapılan basın toplantısına da katılmıştı.

2008 yılında, yirmi dokuz yaşında gencecik bir yürek daha, işkenceye kurban verildi.

Bu iki polisiye uygulama, bu ülkenin iki büyük kentinde meydana geldi.

Olayların her ikisinde de polis'in yurttaşlarına karşı, "potansiyel suçlu" gözü ile baktığı anlaşılıyor.

Bir ülkede insanların can ve mal güvenliğini korumakla görevli, 'devlet memurları' halkın can güveliğini böyle koruyorlarsa, vay o ülkenin haline!

Şimdi kim gözlerimizin içine bakıp yeni yalanlar söyleyecek?

Gökyüzüne bakıyorum.

Barış denen o büyük utkunun, gri bir bulutun üstünde, hızla ülkemden uzaklaştığını görüyorum.

Peki içimizdeki kurşunların acısı nasıl dinecek?

[email protected]