Günebakan…

Ayrı düşüşümüzün üstünden 12 yıl geçmiş.

Oysa paylaştıklarımız o kadar yakın ki, o kadar olur.

Bazı sözcük ustaları vardır aradan akan onlarca zamana karşın hayata yenik düşmezler.
Hele bir de kavganın içine karışırlarsa, zenginleşir, çoğalır, şarkı olur, türkü olur, dillere dolanırlar.

Çıkıp üstünde tepinmeye kalksalar da, yasaklasalar da, yok saysalar da, şiirin-şarkının- türkünün kulağından tutup içeri tıksalar da bu gerçek hiç değişmedi, değişmiyor, değişmeyecek.

Can Yücel, gördüğünü-yaşadığını-duyumsadığını insanlığın yüreğine savuran ve aklını-bedenini kızgın güneşler altında ısıtarak büyüyen, koca bir günebakan çiçeği gibi yaşadı.
Aramızda olmayışının 12. yılında, Datça yamaçlarından masmavi denizin dalgalarına, oradan Kocadağ’ın rüzgârlarına karışacak ve günebakanlar sararıp toprağa tohum olarak düştüğünde, yeniden yeşerecek.
Kuzguncuk’ta martı kanatları olacak.

Bir akşam alacasında sarhoş naralarıyla yarenlik edip, ağız dolusu küfredecek olup bitene.

Sardunya’yı sevecek.

Pencere önlerine konanlara değil, hayata serpilmiş çiçeklere tutulacak, delicesine.

Nâzım Oyuncuları olarak, 12 Ağustos gecesi saat 21.00’da Antalya Konyaaltı Açık Hava Tiyatrosu’ndan ‘Aşk Olsun’ diyerek, selamlayacağız Can Baba’yı.

Yüreklerimiz hüzün dolu olsa da, rengârenk bir kır bahçesinden derin bir nefes almanın mutluluğunu duyumsayacağız.

Can Yücel’in yaşam tutkusu, öyle kolayca anlatılır, tanımlanır değil hayata ve insanlığa karşı bağıra-çağıra-çığıra söylediği her sözcük, kaynağından çıkıp gürül gürül akan coşkun pınarlar kadar özgürlük aşkıyla bezelidir.

Aramızda olmayışının 12. yılında eşi Güler Yücel tarafından kaleme alınan CAN’IN VASİYETİ, ona ne kadar gereksinmemiz olduğunun tüm işaretlerini de barındırıyor.

Hem Antalya’da hem Datça’da yapılacak etkinliklerde sahnelerden aktarılacak olan bu metni, sizlerle de paylaşmak isterim.

“Yine Ağustos geldi, yine incir sıcağı, toprak güneş kokuyor, yine bademler çatladı, yine çırçır böcekleri caz yapıyor, yediveren limon salkım salkım, Taşçı Mehmet yerli tohumdan on dönüm karpuz ekmiş yine...

Hani vasiyet etmiştin ya ona “yerli tohum bankası kurun” diye... Sözünü unutmamış... Muhtar yine seni anlatıp duruyor yaşadığımız yeri görmek için insanlar akın akın evimize geliyor. Hasan geldi, Güzel ve Su geldiler, bir sen yoksun...

Vasiyet ettiğin gibi seni Datça'ya yerleştirdik.
Önünden her geçtiğimde selamlaşıyoruz yine.

Diğer vasiyetin de tamam. Aklıevvel bir galerici adını resim galerisine vermek istemişti de “sen de KERHANEYE adımı vermeyin” demiştin. Hatırladın mı?

Vermedik tabi ki için rahat olsun

Güç geliyor, zor geliyor kırk yılı aşmış bir yaşanmışlık hakkında bir şeyler anlatmam.

Tenimin sıyrıldığını hissediyorum.

Zaten yaşam, kendi başına bir yumak.

İpin ucunu kaçırmamak için öyle bir dolanıyorsun ki yaşamın alıp götürüyor, savuruyor, dolanıyor sen de ipin ucunu tutmak için çabalayıp duruyorsun. “Yaşam” dediğimiz bu yumağı çözmesi zor. Zira sıradan bir yaşam değildi benimki. Tuhaf bir adımdı, tuhaf bir rastlantıydı karşılaşmamız, yaşamımız.
Hiçbir şey sıradan değildi.

Acayip gelebilir bazılarına ama bana göre çok anlamlı bir yaşamdı.

Onun için olsa gerek, eskiden bana “Can'la nasıl yaşıyorsun?” diye sorarlardı. Benden nasıl bir cevap beklediklerini çok iyi tahmin ettiğim için bu tür soruları cevaplamaz, gözlerimi ufka daldırıp boş boş bakardım onlara.
Şimdilerde “nasıl bir şey onsuz yaşamak?” diye soruyorlar. Yine cevap vermemeyi yeğliyorum.

Kolay mı bir doğa olayını anlatmak.

Yağmurun damlalarını, toprağın kokusunu, meltemin esintisini, bir hortumun anaforunu, incir sıcağının yakıcılığını veya ayazın donduruculuğunu anlatmak ne kadar zorsa Can'ı anlatmak da o denli zordur.

Bir doğa olayıydı Can.

Bütün duyuları ayakta, duygularıyla yaşar ve bir o kadar akıllı, coşkulu, heleCANlı, keyifli, sarsıcı bir yaşam.

Bir o kadar da eğlenceli... İnandığını sonuna kadar savunur. Ve o kadar da doğru ve korkusuz.

Zaten yaşamında gıllıgışlı insanlar yanına yanaşamazdı. İnsanların ne menem olduklarını sezer, sezdiğini de onların yüzüne usturupluca söylerdi.
Kimsenin arkasından konuşmaz, söyleyecek sözü varsa yüzüne söyler -hele kimi şairler gibi- öldükten sonra arkasından konuşmazdı.
Ödlek değildi yani.

Son zamanlarda onu gerçekte hiç tanımayan insanlar, birilerine söylemeye cesaret edemedikleri şeyleri Can'a mal ederek söylüyorlar.
Bugünlerde bazı insanların böyle bir cesarete ihtiyaçları olsa gerek!

Hala hiç tanımadığım insanların bana telefon açıp “bu durum karşısında Can Bey ne düşünürdü?” diye sordukları oluyor.

Ben de onlara “ya siz ne düşünüyorsunuz?” diye soruyorum, “siz de düşündüğünüzü yüksek sesle söyleyin” diyorum, “Can ile aranızdaki fark bu.”

Çok ufak bir farkmış gibi görünse de aslında derin bir ayırım.

Son zamanlarda dikkatimi çeken bir diğer husus da şu: hangi kesimden olursa olsun insanlar her türlü herzeyi yedikten sonra bir şairin mısralarına sığınıyorlar kendilerini aklamak için.

Kolaysa eğer, şairler gibi yaşayın. Korkusuz, akıllı, dolanbaçsız ve kıvırtmasız!

Bak Ağustos geldi yine. Yine incir sıcağı kavuracak ortalığı, yine ufuk kızıllaşacak, yine ağustos böcekleri cazlayacaklar, yine alakargalar bademi çıtır çıtır kıracak, yine Taşçı Mehmet yerli karpuzları dökecek avluya. Yine, yine de... AMA...”

[email protected]