Gerçek çırılçıplak…

“İstanbul’un altı köstebek yuvası gibi” diyor haber.

“Metro için kazılan ve 1.5 yıldır hiçbir şey yapılmayan tüneller, depremde canımızı yakacak” diye devam ediyor.

Oysa İstanbul’un altı ne ise üstü de o.

“Yüzbinlerce betondan tabutlukta milyonlarca insan yaşıyoruz.”

Üç yıl önce bir belgesel çekimi için Sabiha Gökçen’den havalandık, 35 dakika sonra Atatürk havalimanına indik.

Gördüklerimi aktaracaktım, ekip de gördüklerini kaydedecekti.

Bırakın benim şaşkınlığımdan cümle kuramaz oluşumu, önce kamera grubu sonra yönetmen “Olamaz, biz böyle bir şey görmedik, bir kent nasıl bu hale dönüştürülür, bunun bir adı olmalı” demekten geri duramamıştı.

Gördüğümüz; tüm ormanların, su havzalarının, yeşilliğin olduğu her yerin içinden yükselen inşaatlar, inşaatlar, inşaatlar...

“Haramiler saltanatlarını sürdürmek için geleceğimizi çalıyorlar” dedim, kayda geçti.

Kuzey Ormanları bölgesine, Karadeniz sahiline doğru geldiğimizde ise ağladım, o da kayda geçti.

Ağaçların topluca katledildiği, iş makinalarının havaalanı ve bağlantı yolları inşaatı için homurtularla çalıştığı, beton dökme araçlarının canavarca doğayı mezara gömdüğü, su havzalarının üstüne, göletlere milyonlarca ton toprağın, taşın döküldüğü zamanlardı.

Kuzeyden güneye doğru süzülürken, her iki çekmece gölünün yani İstanbul’un su depolarının çevrelerindeki yapılaşmaları görünce, kentin ne denli plansız, projesiz biçimde ahlaksızca talan edildiğini anlamak zor değil.

Vadilerin arasında oluşturulmuş yapay yaşam alanlarının içinden yükselen betondan dağlar.

“Burası da İstanbul mu” diye sordu kameraman.

Güldüm acı acı küfürler savurarak.

Beton tapınmacılarının yeni kenti İstanbul ağlıyordu. 

Bizans su kemerleri boyunca her taraf beton, beton, beton.

Ortada görünür olan Mimar Sinan’ın camilerinden başka bir tek kültürel varlık kalmamış.

Sahillerde dolgular, dolguların üstünde göklere tırmanan tabutluklar. 

Çocukluğumun plajlarında bile haramiler geviş getirmeye başlamış.

“Bu kent deprem kenti” dedi Alman yönetmen.

“Evet, ilk depremde yerle bir olacak bir deprem kenti” dedim.

İlk depremde milyonlarcamız öleceğiz.

Milyonlarcamız sakat kalacak.

Milyonlarcamız evsiz.

Bu gerçeğe hazır olmak önlem almak gerekiyor.

Gerekiyor da yurttaşlar tek başlarına ne yapabilirler?

Devlet ve onu ele geçirenlerin tek beslenme kaynağı bu beton.

Atatürk havalimanına indik.

Gerginlikten ellerim titriyor, cümle kurmakta zorlanıyorum.

“Bize toplu mezar olacak bu kent” demiştim.

Yönetmen arkadaş şaşkınlığını gizlemeden “Dünyanın dört ülkesinde dört kenti havadan dolaşarak görüntüledik. Paris, Londra, Moskova ve İstanbul. Böylesine tanıklık etmedik. Siz Türkler kendi yaşam alanlarınıza tecavüz edenlere neden izin veriyorsunuz anlamadım” demişti.

“Ben onlardan biri değilim” diye bağırdım, yadırganacağımı bile bile.

Belgesel ZDF’de yayınlandı.

İstanbul bölümünün son cümleleri “İlk depremde milyonlarca insan ölecek ve onları gömecek boş toprak bile bulunamayacak” idi.

Üç yıl önceydi.

Bağırdık.

Belgeledik, duyan olmadı.

Deprem bilimciler, birkaç üniversite, meslek odaları bağırdı, duyan olmadı.

Şimdi belgeselin sonundaki o ağır gerçeğe yol alıyoruz, yine dinleyen yok, yine siyaset cambazları yalnızca yalanlar söyleyerek geleceğimizi karartmanın peşindeler.

Gerçek ise çırılçıplak.

[email protected]