Diren tiyatro…

Yeni bir tiyatro sezonu daha açılıyor.

İnsanlık tarihinin bu en eski ve en saygın mesleği, her ülkenin sanat kahramanlarınca bütün saldırılara karşı inatla kendini var ediyor.

Dünya’nın çok az ülkesinde altın yıllarını, büyükçe bir bölümünde ise yıkım ve yok oluşunu yaşayan ve teslim olmamak için direnen tiyatro yaratıcıları, elbette zor zamanlar yaşıyoruz.

Geçtiğimiz yılların ‘tiyatro merkezleri’ diye anılan Londra ve Paris bile açılan perde sayısında her yıl onlarca yeni kayıplar veriyor.

Sinema alanındaki teknik gelişmenin tiyatro sahnelerinde kullanılıyor olması, farklı deneylerle insanlığın buluşmasına neden oluyor ancak teknolojik ürünler pahalı ve sürekli kendini yenileyerek eskileşiyor bu da ‘piyasa koşullarına teslim olmak’ gibi yeni ve derin bir sorun oluşturuyor, ekonomik gücü olmayan topluluklar bu duruma göğüs geremiyor ve yok oluyorlar.

Bir direnç oluşturmak için bulunan ve Avrupa’nın birçok ülkesinde yaygın biçimde görülen ‘farklı ekiplerin birleşerek ortak projeler oluşturmaları’ ise, çoğu ülke de sağlıklı sonuçlar vermiyor.

Birçoğu kapitalizmin pis çarklarında öğütülüp yok oluyorlar.

Geçen tiyatro sezonunun ortasında ve sonunda bu biçimde yok olan 12 Alman tiyatrosu, 33 İngiliz tiyatrosu, 21 Fransız tiyatrosu biliniyor.

Avrupa birliği sürecinde ekonomik iflasla boğuşan Yunanistan’da Opera, Bale Senfoni ve Tiyatro bütçeleri sıfır rakamı ile ifade ediliyor.

İspanya’da tiyatro yaratıcıları mesleklerini sokaklarda yapmak durumunda bırakılıyorlar, sahnelerin önce elektrikleri kesiliyor sonra da teker teker kapatılıyorlar.

Amerika’da klasik eserler bile birer Show metinleri olarak ele alınıp sahnelendiğinde seyirci bulabiliyorlar.

Ortadoğu halklarının boğazına basan emperyalist namussuzluk önce bizim meslek alanımızı toprağa gömdü.

Irak, Libya, Mısır, Suriye ve şimdilerde Sudan ve Tunus’ta perde açan sahne kalmadı.

‘İnsanlığımızın ortak evleri’ dediğimiz sahnelerimiz füzelerle vuruluyor, kimileri revir, kimileri silah deposu, kimileri savaş karargâhı olarak kullanılıyor.

Uzak doğu, Çin ve Japonya tiyatroları, gelenekselliği bozmadan var olma savaşı veriyorlar.

Rusya ve eski Sosyalist blok üyesi birçok Balkan ülkesi ise altın çağlarını yeniden yaşıyorlar.

Anayasalarında “sanat edinmenin ve üretmenin bir hak” olduğu ilkesini kalıcı kılanlar, her sezon onlarca oyunla oyuncularla zenginleşen bir hayat sürüyorlar.

Ülkem ise kuraklaşıyor.

Ardımızdan gelen insanlık bunu kayda geçecektir, AKP döneminin Türkiye’si sanat ve sanatçı düşmanlığının Türkiye’sidir.

Sahneler yok ediliyor, sanatçılar ötekileştirilip düşman ilan ediliyor, hedef gösteriliyor ve linç edilmeye kalkışılıyor.

Devlet Tiyatroları, Opera, Bale ve Senfoni ve Şehir Tiyatroları için hazırlanan yok etme operasyonu gün sayıyor.

Ülkemin ve balkanların en büyük sanat üretim ve paylaşım alanı Atatürk Kültür Merkezi, 5 sezondur yalnızlığını, terk edilmişliğini ve hiçliğini yaşıyor.

Bugünlerde savaşın esiri edilmiş İslam ülkelerindeki tiyatro salonları ve tıpkı Hitler dönemlerindeki tiyatro salonları gibi, Polis merkezi olarak kullanılıyor.

Çağdaş ve demokratik ülkelerde adını koruyarak ‘müze tiyatro’ yapılması gereken Muammer Karaca Tiyatrosu utanmazlığın, arsızlığın ve Rant’a doymazlığın bir belgesi olarak yıkılıp, otel yapılmayı bekliyor.

Ankara’da sahneler yıkılıyor, satılıyor, yandaşlara peşkeş çekiliyor.

Salonsuzluk ve ekonomik sıkıntılarla boğuşmak durumunda bırakılan ‘Özel tiyatrolar’ ya hazan yaprağı gibi dökülüyor ya ürünlerini azaltıp küçülmek zorunda kalıyorlar.

Bunca saldırıya karşın ise direnç çok canlı, onlarca genç yaratıcı inadına ve her şeye rağmen yeni atölye sahneler açarak çoğalıyorlar.

1 Ekim 2013 günü açılan perdeler hem karanlığı yere çalmanın hem insan aklını, ruhunu zenginleştirmenin hem de hayatı değiştirmenin perdeleri olacaklardır.

Ah birde yüreklerimizde, Tuncel Kurtiz ile Turgut Özakman ustaların hüzünleri olmasa.

[email protected]