Çok canım acıyor çok...

Şan Tiyatrosu’nu bilir miydiniz?

Hayata katıldığı ilk günden yok edildiği son güne kadar, aşkların adresi olan o eşsiz salondan söz ediyorum.

Gözlerimi kapayıp anımsıyorum.

Caddeye bakan kapısının önünde boy boy müzikallerin afişleri, gişesinin önünde sürekli seyirci kuyrukları, her yaştan dost yüzlerin birbirlerine gülümsediği, alkışların sevinçlere, hüzünlere karıştığı Binbir Gece masalları gibiydi hayat.

Konserler, paneller, turneye gelmiş konuk oyunlarıyla kentin bayram yeriydi.

Her gecesi aşk, her gecesi hüzün, her gecesi yarenlik, her gecesi suskunluğa dökülen gözyaşı ve her gecesi yaşamak tutkusuna sunulmuş alkışlar çığlığı.

Kimler gelip kimler geçmedi ki o sahneden, dönemin tüm şenlikli oyuncuları, müzisyenleri, dansçıları, yazarları, yönetmenleri, tüm sahne yaratıcıları ilk orda görücüye çıktılar.

Yazsak destan olur.

En son Ferhan Şensoy, Muzur Müzikal’i oynarken yakılıverdi gecenin köründe.

Bağırdık, çağırdık sesimizi duyuramadık, sökülüp alınıverdi yüreğimizin orta yerinden.

Yıllarca yangın yeri olarak kaldı.

İbretlik!

Şimdi o salondan hayata karışan şarkılarımızın, oyun sözcüklerimizin üstünden, her şeyi yutan canavar bir beton ucubesi yükseliyor.

Ezdiler Şan Tiyatrosu’nun dününü, altından yükselen iniltilerimizi duymadan.

Yargıçları, mahkemeleri dinlemediler, şairlerin küfürlerini, köşe yazarlarının haykırışlarını dinlemediler.

Yuttular İstanbul kentinin altın yıllarını.

Hemen karşındaki Gezi Parkı ve Taksim Meydanı ve AKM şimdilerde bu ülkenin gözyaşlarıdırlar.

Bazen bir başınalık siyah bir hüzündür. Elleriniz titrer, doluveriyor gözyaşı oluklarınız ve koca bir küfür olup uçuveriyor gökyüzüne.

Önce kendine öfkeleniyor insan.

Bir kentin meydanı nasıl olur da bu kadar acı biriktirir, nasıl olur da bu kadar çoğaltır hüznü?

Betonun altında her adım kan, her adım kin, her adım öfke.

Küçük sevinçler sonra, milyonlara ulaşmış kalabalıkların küçük sevinçleri, gülüşleri bile kursaklarında bırakılmış olan.

Elimi sürüyorum betonun iğrenç yüzüne, böğürtü kuşatıyor bedenimi.

Çocuk çığlıkları, uçuşan barış sesleri, satıcıların bağırtıları, dostların şiirleri, elinden sımsıkı tuttuğum yoldaşlık, koz helvası satanlar, simitçi şarkıları, polis düdükleri, siren sesleri, boya kusan canavarlar, gökyüzünü saran gözyaşları, sonra sevinç alabildiğine sevinç ve martı kanatlarına yazılmış özgürlük.

İç Güvenlik Yasası adlı sürekli sıkıyönetim ilanını, yaşadığımız bunca adaletsizliği, hukuksuzluğu, talanı, yalanı, hırsızlığı durduramadığımızı da unutmadan soruyorum en yüksek sesle.

Biz Haziran’da yenilmediysek, niye var bu ayağımızın altındaki iğrenç grilik ve niye yok şenliklerin bahçesi Şan Tiyatrosu, niye yok ortak evimiz AKM, niye yok her biri bir bahar dalı gibi bedenlerimizden koparılmış çocuklarımız?

Hem emeğin hem sanatın merkezi bir meydanı faşizmin kara emellerine terk etmek mi kazanmak?

Ben de biliyorum, Haziran’ın dayanışma ruhumuzu yeşerttiğini ve başka bir baharda yeniden kucaklaşacağımızın umudunu büyüttüğünü.

Ama bu bana yetmiyor.

[email protected]