Çocukluk işte...

Üstünde beyaz örtü, ince uzun bir masa var ortada, Ceviz ağacından olsa gerek,  yaşanmışlığın tüm izlerini bağrına almış, sahiplenmiş.

Öyle olur Ceviz ağacı, el sürünce hisseder ve bedenine alır varlığınızı.

Babam ‘bu ağaçlar dünün tanığıdırlar, geleceğinde tanığı olacaklar’ demişti. Anlayamamıştım, ‘tamam yaşlı ağaçlar ne de olsa’ deyip oturmuştum gölgelerinde. Meyvelerini toplamayı severdim, dallarından yere düşüp çatlayanlar birer armağan gibiydiler.

Bu ortadaki masa, kim bilir belki benim çocukluğumun sevinci olan o ağaçlardan birinin gövdesidir!

12 sandalye var çevresinde.

Kimileri neşe içinde, kimileri solgun, kimileri al yanaklı, kimileri bağır bağır.

Köşedeki gramofondan Münir Nurettin Selçuk yükseliyor, Endülüs’te Raks.

Dört adım uzaktan dinliyorum sesleri, hayal perdesinde ışıklı bir gölge oyunu gibi.

Tanıdık değil yüzleri, sözleri, sevinçleri, kızgınlıkları bile bir başka.

-Şairlerin ve annelerin yöneteceği bir dünyada çocuklar öldürülmez.

-Matematikçiler ve fizikçiler içinde aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

-Rakamlarla uğraşanların kafaları hep karışıktır.

Gülüşler yükseliyor gün ortasına.

-Ya Edebiyatçılar?

-Tuhaf insanlardır, akılları gezgin, ruhları karmaşık, öfkeleri hep hazır ama aşk insanlarıdırlar, toprağa, ağaca, kuşa, insana, çiçeğe ve su gibi sonsuzluğa hasrettirler.

-Ressamlar ve heykeltıraşlar gibi yani, hep bir rengin içinden başka bir rengin içine koşarlar.

-Senfoni gibi.

-Evet, aynı notaları farklı enstrümanlardan dinlemek gibi de diyebiliriz.

-Düşünün,  şurada saksafon, şurada piyano, şurada keman, şurada çello ve hepsi aynı notaya basıyorlar. Duyduğunuz ses denizlerden size ulaşan ılgınlık değil mi?

Sus çöküyor masanın orta yerine.

Sürahiden bardağa boşalan suyun sesi ahengi çoğaltıyor.

-Chaplin demiştiniz değil mi, Charlie Chaplin. Haklıymış. Şairler anneler gibidirler, annelerde şairler gibi. Benim Gülnaz anam mesela, İspanya’da savaş olsun o burada gözyaşı döker. Bizim şair de şiirine sarılır. Sonra bir bakmışsın o şiir türkü olmuş, şarkı olmuş, marş olmuş gelmiş durmuş karşında, yetmemiş aklına girmiş ses olmuş.

Hayal perdesi büyüyor, sis dağılıyor, gramofon susuyor, iki adım birden yaklaşıyorum masaya.

-Buyurun.

Oturuyorum. Önüme bir bardak sunuyor yanımdaki. Hepsinin bana baktıklarını duyumsuyorum. Öne eğiyorum başımı. Sol yanımdaki bir kitap tutuşturuyor elime. Sayfası kahverengi bir fotoğrafla ayrıştırılmış dizeler duruyor önümde. Bakakalıyorum. Birden yüzlerce sözcük geziniyor içimde.

“Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun gözlerinin önüne bırakılan kitaptır.”

Fotoğrafı alıyorum, kapıyorum kitabı. Bir masaya bakıyorum bir fotoğrafa,  çeviriyorum arka yüzünü Can Yücel, Yaşar Kemal, Edip Cansever, Tomris Uyar, Melih Cevdet Anday, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Rıfat Ilgaz, Salim Şengül, Nezihe Meriç isimleri yazıyor yan yana. Tarih yok. Zamansız.

Açıyorum al kadifeden perdeyi, gökten bulut denizden tuz vuruyor yüzüme, kayboluyor masa, aydınlanıyor şiir.

“Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler

geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü

ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından

Cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi gibi;

barış budur işte.”

[email protected].