Cevap…

İMF İstanbul toplantılarından sonra, paranın padişahlarının temsilcileri, tam 13.700 kişi, taslarını-taraklarını toplayıp ülkelerine döndüler.

Ülkemiz için geriye kalan ‘koca bir hiç’ olmaktan ötedir.

Özellikle 6 ve 7 Ekim günleri, İstanbul kenti savaş alanına dönüştürüldü.

İçimiz-dışımız biber gazına boğuldu.

Sonuç ortada. Onlarca yaralı, hunharca gözaltılar ve bir can kaybı.

Kimler bunun sorumlusu?

‘İMF defol’ diye eylem yapan insanlığa silahlar gösterip, havaya ateşler açan, ana-avrat küfrederek yurttaşları kavgaya davet eden, gözüne kestirdiği yerli-yabancı her bireyi ‘potansiyel suçlu’ gören polis güçleri mi yalnızca.

Yoksa onlara bu emirleri veren, yetkilendiren İstanbul Emniyet Müdürü ve Vali mi?

Elbette hepsi.

Ancak perde gerisinde, gölgede bekleyen Başbakan’ın pişkin tavrı ve hiçbir şey olmamış gibi sesini çıkarmayan İçişleri Bakanı unutulmamalıdır.

Yandaşları, gazete sütunlarından, TV ekranlarından kıs kıs gülerek bağırıyorlar. ‘Bunun adı şiddet’, ‘yine çıktılar sahneye’, ‘kim kışkırtıyor bunları’ ‘şunlara bak şunlara, daha çocuk yaştalar’, ‘bu kadarı vatan düşmanlığı’.

Ağız birliği etmişler sanki.

İnsanların en demokratik hakları olan ‘hayır’ demelerini kabullenme, bastırmak için üstlerine panzerler sür, tazyikli sular fışkırt, copla, biberle, ‘ölümüne saldır’, canlarını koruma pahasına insanlar direnince de, olmadık gerekçeler aramaya başla.

Tüm dünya, İstanbul polisinin sayesinde ‘orantısız güç kullanmak’ neymiş, nasıl olurmuş bir kez daha gördü.

Aradan bir hafta geçti. Olup bitenler için açılan bir soruşturma yok.

Olaylarda zarar gören vatandaşlar, kendi yaralarını kendileri sarıyorlar.

Olmadı, Emniyet Müdürlüğü’nün başlattığı ‘eylemci avı’ operasyonu ile, fatura yine ‘hayır’ diyenlere kesilecek.

Yoğun biber gazından, kalp krizi geçirip yaşamını yitiren yurttaşımızın ailesi, belli ki polis korkusundan dava bile açamadı.

Otopsi talebinde bulunmadan cenaze toprağa verildi.

Oysa olayın onlarca tanığı var.

Çevredeki esnaf, ‘biber gazından kalp krizi’ durumunu medya ile paylaştıklarında ben de oradaydım.

Olayların büyükçe bir bölümüne tanıklık ettim.

Elbette hiçbir suçu olmayan esnafın camlarının indirilmesine, olur-olmaz her yere saldırılmasına, kamu mallarına zarar verilmesine, ‘destek vermiyorlar’ diyerek halkın suçlanmasına yandaş olmak, mümkün değildir.

Bu tür eylemliliğe, ‘devrimci eylem’ demek, büyük bir yanılsamadır.

Yaşanan olayları ve ülkemdeki gelişmeleri izlerken, yıllar öncesinde AST (Ankara Sanat Tiyatrosu) tarafından sahnelen ‘Ana’ oyunu düştü aklıma.

Yönetmenliğini Rutkay Aziz’in yaptığı M. Gorki’nin aynı adlı o nefes kesen romanından B. Brecht uyarlaması olan oyunda, tiyatromuzun en yetkin insanları sahnedeydi.

Meral Niron - Erkan Yücel – Rutkay Aziz - Salih Kalyon - Erol Demiröz - Savaş Yurttaş - Şener Kökkaya - Yaman Okay - Cezmi Baskın - Harun Yeşilyurt - Rana Cabbar - Erdal Gülver - Talat Bulut … anımsadığım oyuncu dostlarım.

Erkan Yücel’ in Pavel’de olağan üstü oyunculuğu ile, Meral Niron’ un Ana rolündeki unutulmaz becerisi, aklımı zenginleştirmiştir.

ANA, 1 Mayıs Marşının da hayata katıldığı oyun olarak bilinir.

1974/1975 Tiyatro sezonudur, AST’ ın kapısında seyirci kuyruklarının oluştuğu, aylık biletlerin satışa çıktığı gün tükendiği bir süreç.

Birinci perdenin finalinde, ellerinde kızıl bayraklarla işçiler doldurur sahneyi ve hep bir ağızdan, Sarper ÖZHAN’ın o müthiş bestesi söylenir. Kararlı, başı dik ve onurlu.

“Gardiyanları ve yargıçları ve savcıları

hepsi halka karşıdır.

Kanunları,yönetmelikleri, bütün kararları

hepsi halka karşıdır.

Dergileri, gazeteleri, bütün yayınları

hepsi halka karşıdır.

Bunların hiçbiri onları kurtaramayacak,

durduramayacaklar halkın coşkun akan selini.

Panzerleri, kelepçeleri, bütün silahları

hepsi halka karşıdır.

Zindanları, tutukevleri,işkence evleri

hepsi halka karşıdır.

Borsaları ve şirketleri ve iktidarları

hepsi halka karşıdır.

Bunların hiçbiri onları kurtaramayacak,

durduramayacaklar halkın coşkun akan selini.”

[email protected]