Aptal kutusunun kahramanları(2)…

Geçen hafta kaldığımız yerden devam edip ‘dizi sektörü’ denen sömürü çarkının ve bu çarktan topluma sıçratılan gericiliğin izini sürmeye devam edeceğiz.

Biliyorum ülkem kan ve her gün başka bir belanın içinde kıvranarak can çekişiyor.

Ancak yaşatılan kahır, keder ve hüzün, düşmanlık ve ötekileştirmenin bu toplumda kabul görme yüzdesi bu denli yüksekse, bunun temel nedenlerden biri de, anlatmaya çalıştığımız alandan fışkırtılan pisliklerdir.

Şimdi dizilerde çalışan tüm yaratıcılardan yapımcılarına, yazarlarından, oyuncularına yönetmenlerinden yayıncılarına kadar her birey ve oluşuma ortak bir sorum var; ne yapıyoruz biz, 78 milyonluk ülkenin insanlığına ne anlatıyoruz?

Hangi işimizin içinde insan onur ve erdemini anlatan, kardeşliği, barışı, aşkı, bir arada yaşamayı işleyen, umudu yeşerten, dayanışmayı yükselten, kültürel dokumuzu bezeyen, ötekileştirmeyi hiçleyen, düşmanlığı ezen bir anlatı var?

Neden günümüzü ve geleceğimizi kirleten hayali kurmacalarla, tapınmayı ve yetinmeyi anlatarak insanlığın akıl ayarlarıyla oynamanın peşindeyiz?

Tüm diziler neden birbirlerinin kopyaları içeriklerle döşeli ve neden yeninin, çağdaşın, uygar olanın ve her alandan insanlığın onuruna seslenecek öykülerin peşinde değiliz.

Elimizi, kolumuzu, aklımızı bağlayan birileri mi var?

Birileri bu işin kurallarını belirliyor ve öyle değil şöyle diyerek, hamaset dolu, acılı arabesk soslu din ve para bataklığından bir türlü çıkamayan işleri mi önümüze sürüyor?

Neden müdahaleci değiliz bu duruma ve neden güdülmeyi ön kabul sayarak işimizi binbir cefa ve ezayla yapmanın hazzındayız?

Cahil miyiz, bilmiyor muyuz hangi hikâyenin neyi anlattığını?

Niye kumanda edilmeyi sineye çekiyoruz, üç kuruş için mi?

Peki değer mi?

Dünyanın hangi ülkesinde bu tür çalışma koşulları var.

Birer çağdaş köle halinde değil miyiz?

Bugün hangi ülkenin televizyon yayıncılığı anlayışında, her bölümü 120 dakika olan diziler var?

Set çalışanından, ışıkçısına, ulaşım görevlisinden, ses operatörüne, kameramanından oyuncusuna, sanat grubundan yönetmenine kadar günde 13 saat çalışan başka hangi ‘sektör’ var?

Niye posamız çıkana kadar teslim ediyoruz tüm haklarımızı?

Kaçımızın iş güvencesi, kaçımızın sigortası, kaçımızın insana yakışır çalışma ve üretme koşulları var?

Neden çekiyoruz bu kahrı, sırtımızdan kazanan kenelere mi razıyız?

Bu alanda çalışan hangi arkadaşımızın, tekrar yayınlardan doğan hakları var?

Hangimizin telif hakkı var?

Önümüze konan ve ‘uzay haklarını’ bile gasp eden o sözleşme denen esaret belgelerini niye imzalıyoruz?

Niye alanda kurulan sendikal örgütlere, birliklere sahip çıkmıyor meslek onurumuzu savunmuyoruz?

Neyiz biz, birilerinin her an üstümüzü silip çöpe atacağı basit birer malzeme mi, yoksa biz olmadan bu üretimin yapılamayacağını bilmeyen birer cahil mi?

Çekinmeden, ürkmeden yanıtlamak gerek bu soruları.

Öyle ‘ama’, fakat’ ile başlayan cümlelerle ‘bu işin raconu bu’ gibi beylik sözlerle değil.

Dizi sektörü diye bir şey yok bu ülkede.

Havuz medyası diye adlandırılan yandaşlar ve yiyicilerden oluşan güruha daha fazla kazandırmak için, hiçbir yasal tanımı ve kuralı olmayan, tamamı insan emeğini sömürme üstüne kurulu pis bir oyun bu.

Bu oyunu tersine çevirmeyi neden düşün müyoruz?

Aldığımız mesleki eğitimlerin hangisinde ‘sen çağdaş bir kölesin, böyle geldin böyle gideceksin, sus ve işini yap, ezil ve posan çıksın, yayıncılar ve aracıları senin sırtında kenedir, kabullen’ yazıyor?

Bir yandan insan hak ve özgürlüklerine ket vuran senaryoların kuklası ol, öte yandan kendi haklarını bile dillendiremeyen bir dilsiz, sonra çık piyasaya ‘sanatçıyım’ ‘yaratıcıyım’ diye gerim gerim gerin!

Bu bir utanç değilse nedir ya da şöyle sorayım, aptal kutusunun aptal kahramanı olmak erdem midir?

Susuyorsun?

Hak dersen, hukuk dersen, adalet dersen, aşk dersen, barış dersen, eşitlik dersen, savaşa hayır dersen, örgütlenelim çözelim bu kör düğümü dersen işinden olacağını düşünüyorsun öyle mi?

Ne diyeyim, aklın çürüsün emi.

[email protected]