Alı al, moru mor, kızılı kızıl...

-Bazı kelimelerin hayattaki karşılıkları  yitip gitti.

Umut, ümit, sevinç, neşe  gibi.

Bak insanlara kaçının yüzü gülüyor, kaçı öfkesiz?

Üstlerine ölüm, kan ve kin yağdıkça çaresizlikleri büyüyor, yalnızlaşıyorlar ve giderek zifiri karanlığın içinde kıvranıyorlar.

Bak şu çocuklara, gülmüyorlar.

-Bugün neşe pınarı gibisin ağabey hayret!

Ne yapalım yani, akıllarını başlarına  devşirsinler,  görsünler biraz olup biteni, kim savuruyor insanlığı derine derine, algılasınlar.

Mutsuzluklarının nedeni bizler olmadığımıza göre bu denli kendini kahretmen acı.

Herşeyden biz mi sorumluyuz?

-Sorumluyuz tabi.

Ne yapıyoruz, kırmızı örtülü bir masanın  üstünde duran ölgün çiçeklerden beteriz.

Nerede kaldı sevinç yüklü şarkılar, nerede bir yamaçtan başka bir yamaca oradan koskoca bir ovaya taşan şiirler, hani nerede aşkı kışkırtan filmler, oyunlar, danslar.

Nerede bu aşağılık düşmanlığı yenecek o büyük ve güçlü söz.?

-Haksızlık değil mi bu, her gece sahnelerdeyiz, alkışlar topluyoruz uçsuz bucaksız bir sahilden binbir  renkli  çakıl taşları toplar gibi, ceplerimiz, üstümüz başımız alkış.

İniyoruz sahneden, hayata savuruyoruz.

Yetmiyor mu?

-Yetmiyor. Yetmeyecek.

Fazlası gerek daha fazlası. Koca bir nehir olmalı belki.

Kıyısında  mavi çiçekler açan yeni ağaçlar, meyveleri al, yaprakları umut kırmızısı, mavi masmavi bir nehir.

Yoksa yenemeyeceğiz içimize sığmayan çaresizliği ve bu suskunluk öldürecek yüreğimi, acı sardı sarmaladı aklımı, ne okuduğum benim ne dinlediğim, ne yazdığım benim ne söylediğim, şarkılarımı yitirmek üzereyim, buz kesiyor öfkem.

-Ağabey bana bir öykü anlatmıştınız hani, savaşın  taa  orta yerinden kan çiçekleri gibi uçuşan bir öykü, bir pınar başında bekleşen al basmadan entarili kız çocuğunun söylediği bir şarkı vardı, ‘kelebeklerin kanatlarına Ağustos böcekleri konmuş birlikte ağlaşıyorlar’ diyordu,  ıslıkla çalmıştınız ezgiyi, sonra yanımızdaki yaşlı kadın ‘bu keder yer bitirir insanı, acıyı bu kadar emzirmemek lazım, bakın gökyüzünde bulutlar yağmura gebe, hayat hep yeşermeye sancılı’ demişti. Anımsıyor musunuz, çiçek yüzlü bir kadındı, uçuşan saçları alacalı.

-Elbette anımsıyorum.

-Eee o zaman niye bu küsmüşlük niye bu kahır. Siz demez misiniz şimdi umudu kuşanma vaktidir, Şimdi kardeşlik ateşini yeniden yakmanın vaktidir.

Şimdi barışı ve eşitliği ve sanatı kışkırtmanın vaktidir.

Şimdi yaşam aşkını   alınlarımıza kazımak vaktidir.

Şimdi barış için saf durma vaktidir diye.

-Evet.. öyle değil midir..öyledir.

-O zaman ağabey yıkın şu umutsuzluk duvarını, benim de canımı yakıyorsunuz.

Gözleriniz deli bakıyor, elleriniz çınar dalı gibi, sözcükleriniz  dikenli dağ kekiği.. yıkın  şu gövdenizi kuşatan duvarı.

-Omuz ver kardeşim omuz ver, söyle insanlara omuz versinler, yıkılsın bu zindan dünya, yıkılsın bu zindan hayat.

Çiçeklensin ellerimiz aklımız, yüreğimiz, çiçeklensin ümitlerimiz.

-Çiçeklensin umut savaşın taa orta yerinde menekşe bahçesi olalım.

 Alı al, moru mor, kızılı kızıl umut.

-Kızılı kızıl umut.

Değiştin sen.. büyüyorsun gözümün önünde.

-Yalnız  kırlangıç kuşları mı  seviyor yaşamayı, benim de umutlarım var her biri her çocuktan hayata taşan sevinç.

-Erken gel.. provadan çıkar çıkmaz gel..Balık pazarındaki çiçek masalı dükkanda buluşalım.. sana bir Nihat Behram şiiri okuyacağım.

-Yeni mi?

-Yeni içinden çocuk sevinçleri fışkırıyor gelip konuyor yanıbaşımıza.

[email protected]