Akıp gidiyor zaman…

Yıllar önce Amsterdam’da ‘Zift’ adlı bir oyun izlemiştim.

Sahnenin derinliğinde büyük siyah bir ayna, önünde sallanan siyah bir koltuk ve simsiyah kostümüyle 60 yaşlarında uyuz bir sokak köpeği gibi kıs kıs sırıtan bir adam.

Vücut bu harekete geçince sol kaşı sürekli inip kalkıyor, sağ el titriyor ve hırıltılı seslerle neredeyse boğulurcasına inledikçe; demir kesen testere, çığlıklar, siren sesleri, patlayan bombalar sığınaklara kaçışan insanlar, yıkılıp yerle bir edilen kentler, katledilen insanlar, acılar içinde kıvranan çocuklar, kurşunlanmış hayvanlar, yakılan orman görüntüleri aynanın üstüne düşüyor.

Arkası dönük, seyirci ile değil aynadaki kendi ile konuşuyor.

Bir çocuktan söz ediyor, 12 yaşlarında, Ari ırkın tüm özelliklerini toplamış sarı bir oğlan çocuğundan, babası Alman ordusunda Adolf’un gözde subayı, Hitler’in çocuğun başını şehvetle okşadığı görüntü büyüyor büyüyor ve üç boyutlu bir resim halinde seyircinin üstüne çöküyor.

Salona büyük bir sessizlik, koltuklarına çakılıp kalmış seyirci ve uzun bir karanlık.

Birden tüm salonun hemen her yerinden, kulakları tırmalayan Wagner’in son operası Parsifal yükseliyor, arkadaki aynaya Adolf’un inen-kalkan ve iki de bir Nazi selamı veren o aptal el hareketleri düşüyor, müzik yükseldikçe görüntüler hızlanıyor ve uluyan vahşi kurt köpeklerinin dişleri arasından damlayan kan resimleri yapışıp kalıyor aklınıza.

Aktör ilk kez seyirciye dönüyor “Diktatörleri ile hesaplaşamamış toplumlar kendilerine yeni diktatörler yaratmakta hüner kazanmış olurlar” diye başlayan uzun bir söylev oynuyor.

Oyunu düşündükçe başka bir diktatör düşüyor aklıma.

Geceleri ne yapıyor, nasıl bir hayat sürüyor.

Binlerce odalı beton duvarlarla çevrili bir hapishane de neler izliyor?

Bir salkım üzümün, bir yudum kahvenin tadı, yediği ekmek, içtiği su, dokunduğu el, sevdiği çocuk, hasretlendiği birileri, çıkmak istediği bir yolculuk, bir ağaç gölgesi, kokusunu unuttuğu bir çiçek, subaşında sessizlik gibi özlemleri var mı?

Yoksa Wagner yerine Mehter marşı dinleyip, katledilen çocuklara, kurşuna dizilen insanlığa, patlayan bombalara, yanan ormanlara, talan ettiği hayata bakıp kıs kıs gülüyor, ölüm ve kan ile uykulara mı dalıyor?

‘Zift’ oyunun sonunda Aktör sahneden seyircinin arasına inip bir koltuğun kenarına ilişiyor “Ben sizden biriyim, içinizden çıkıp geldim, siz seçtiniz.” diyor, aynı anda arkadaki aynanın üstünden taşan katran tüm sahneyi kaplıyordu.

İnsan imreniyor be kardeşim, neden sahnelerimizde bu iğrenç faşist aklı yere çalacak oyunlar yok ve neden şenlik yerine çevirip hayatı, sanatın devrimci şamarını bu sıradanlığın suratına indiremiyoruz diye.

Acaba bizimde mi aklımız zift, yoksa bu susmuşluğun haykıracağı günlere mi gebeyiz, ne zaman hesaplaşacağız kendi diktatörümüzle, ne zaman yere çalacağız bu faşist aklı?

Akıp gidiyor zaman.

[email protected]