Kürsü ile ticarethane

16 Kasım 2012 Cuma tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır. Onur Seçkin soL Gazetesi'nde her Cuma yazmaktadır.

“Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız buyrun sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim. Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’ para ile organizasyonun çarpımına eşittir bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın olur mu çocuklar? Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar?”

Bu sözler Oğuz Atay’ın 1975 yılında yazdığı “Bir Bilim Adamının Romanı” adlı kitabından. Atay, bu kitabında, 1911’de Adana’da seyyar posta memuru bir babanın çocuğu olan ve kısa yaşamına dünyaca ünlü bir bilim insanı olmayı sığdıran Mustafa İnan’ın yaşam öyküsünü anlatıyor. Bir süre İTÜ’de rektörlük yapmış İnan Hoca’nın adı bugün İTÜ’nün merkez kütüphanesinin isminde yaşarken, onun bir bilim insanı olarak kimliği özellikle genç akademisyenlere ışık tutuyor. İnan’ın yukarıdaki sözleri, şu günlerde “iş güvencesiz, bilim de, akademik özgürlük de olmaz” diyerek haklarını korumak ve bilimin geleceğine sahip çıkmak için mücadele eden İTÜ’lü asistanların mücadelesinde de bayrak olmuş durumda.

soL okurlarına bu köşeden ilk kez merhaba dediğim bu yazıda bana İnan’ın sözlerini hatırlatan, YÖK’ün bir süredir hazırlıklarını sürdürdüğü yükseköğretim yasa taslağı önerisinin yayımlanması oldu. Taslağın içeriğine baktığınızda, yeni yükseköğretim yasasıyla, kürsü ile ticarethanenin tamamen iç içe geçmesinin amaçlandığı görülüyor. Taslak yasalaşırsa, yeni yasa değiştirilmesi düşünülen mevcut yasayı bile aratacak gibi. Neler yok ki taslakta?

Örneğin, artık çok para kazanarak kendi giderlerini karşılayabilecek üniversiteleri yönetecek üniversite konseyleri adı verilen bir kurul oluşturuluyor. İçinde doğrudan siyasi iktidarın atadığı kişiler de, bir ilin en çok vergi veren sermayedarı da var bu kurulun. Bunun yanında, özel üniversiteler, yabancı üniversiteler yükseköğretim sistemine dâhil oluyor. Doğasında paylaşarak zenginleşen bilim ortamları yaratıcı birliktelik yerine, performansın ve akademik faaliyet puanlarının atamaların ve akademik yükseltmelerin temeli haline getirilmesiyle yıkıcı bir rekabetin insafına terk ediliyor. Bitmiyor. Yasada aynen ifade edildiği biçimiyle, akademisyenleri “yapacakları bilimsel çalışmaları itibariyle ticari değeri yüksek konulara yönlendiren” ve bunların pazarlanması çalışmalarını sürdüren bilgi lisanslama ofisleri üniversitelere giriyor. Yapılan açıklamalara göre yasanın temelinde de zaten, üniversiteyi “küresel dünyada rekabet edebilir” hale getirmek var. Bunlar sadece bir kısmı. Amaç belli ki, üniversiteleri daha fazla sermayenin ve siyasi iktidarının hegemonyası altına sokmak.

Bu çerçeveyi çizen YÖK, bu hafta boyunca araştırma görevlileri, öğretim üyeleri ve idari personel gibi üniversite bileşenlerinin temsilcilerini Ankara’da toplayarak, Yükseköğretim Meydanı adı verilen toplantılarda yayımlanan taslak üzerine fikir topladı. Güya katılımcılık sağlanıyor, demokratik süreç işletiliyor. 2-3 dakika söz verilen akademisyenlerin, tamamen ticari bir anlayışla ele alınan bir yaklaşım içinde çerçevelenmiş taslağın maddelerini tartışması isteniyor. Oysaki yasa taslağında maddeleri tartışmaya başladığınız anda bir labirentin içine düşüp, çıkmaza saplanıyorsunuz, kurulan çerçeveyi meşrulaştırıyorsunuz. Taslağı hazırlayanların istediği tam da bu.

Oysa önce yapılması gereken labirentin duvarlarını yıkmak, öncelikle bu üniversite anlayışını reddetmek, Kamusal faydayı ve finansmanı, eşitlikçi ve özgürlükçü bir yönetim ve denetim modelini esas alan bir üniversiteyi kurmak için mücadele tam da buradan başlıyor. İnan Hoca’nın sözleri de mücadelenin bayrağı olsun: “Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın!”