Yakası rozet tutmayan şair: Ahmet Günbaş

“Yüzü gülmeyen şairi hiç mi hiç çekemem”

Bu sözü bir okur değil, şair söylüyor. Gerçi okur açısından da baktığımızda, onların da çok farklı düşündüğünü zannetmiyorum. Gülümseyen bir yüzden huzur bulurken, somurtan bir yüzü hiç görmek istemeyiz. İnsanın yüzünde şekillenen her duygu görüntüsü kişiliğin bir aynasıdır. Fizyonomi ile uğraşanlarının alanına girmeden şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yüzdeki her değişim, gözlerin derinliğinden dudakların rengine kadar o insanın karakter analizini yapmamızda bize yardımcı olan görüntülerdir. Buradan hareketle ve yukarıdaki sözün haklılığına da güçlü bir vurgu yapmak için genel bir cümle kurmamızın sakıncası yoktur herhalde: Yüzü gülmeyen insanı hiç mi hiç çekemiyoruz…

Ahmet Günbaş bu sözü, yakınlarda Mühür Kitaplığı’ndan çıkan ve şiirdeki kırk yılının izdüşümü olan “ Çatapat Sesimle” adlı seçme şiirlerinin yer aldığı kitabının önsözünde söylüyor.

Şair, şiirinin bir parçasıdır. İkisi birbirinin aynasıdır da diyebiliriz. Ancak şairin hayatını şiirlerinde aramak ne kadar yanlışsa, şiirini de şairin kişiliğinden soyutlamak o kadar yanlıştır. Aynada var olan gerçeklik, şiirin şaire açtığı alanla ilgilidir aslında. Aristoteles’in Poetika (Şiir Sanatı Üzerine) eserindeki şu sözünü anımsayalım. Der ki: “ En inandırıcı şairler, aynı doğaya sahip oldukları için kendilerini duygulanımların içine sokabilenlerdir korkmuş olan kişi korkuyu, öfkelenmiş olan da öfkeyi en gerçekçi biçimde verir.” Bu tanımlama bilgisi bize, şairdeki duygusal tepkinin yeryüzünün herhangi bir yerinde oluşan etkinin sonucunda şekillendiğini öğretiyor.

Ahmet Günbaş’ın seçme şiirlerini okurken, onun kırk yılının çizgisini de bu düşünce üzerinden değerlendirmemiz gerekiyor. Kendi deyimiyle kırk yılın eksiğiyle oluşturduğu bu kitaptaki şiirleri tabi ki birileri çıkıp dönemsel farklılıklar üzerinden bir yere koymaya çalışacaklar. Böyle bir bakış açısı hem şiirin doğal devinimini hem de şairin evrimini görmemiz bakımından yararlı olabilir. Ama o dönemsellik içinde değerlendirmek şartıyla. Aksi durumda art niyet aramak olasıdır. Bu bağlamda şairin söylem tutarlılığına, dünyaya bakışındaki değişmeyen sürekliliğine ve eylem bütünlüğüne bakmak daha akıllıca olacaktır.

İlk şiirlerinden son şiirlerine doğru bir yolculuğa çıktığımızda ana öznenin insan olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, emek ve özgürlük merkezli bir şiir kuruyor Ahmet Günbaş. Diğer bütün duygu bileşenleri ve yaşam etkileri bu ana merkezi besliyor. Arkadaşlıklar, aşklar, ihanetler, ayrılıklar ve faili meçhul cinayetler. “ Gel otur yanıma anlatacağım / Tüm acı, tümü yüz karası / Dağlarda şen ve özgürdüm / Kentlerde üzgün ve tutsak ( Evren Mapusanesi /1974). Ele avuca sığmayan bu özlem, zaman içinden kırıla döküle geçip gelse de bugün hâlâ taze, dipdiri bir inatla sürmekte. “ Nâzımlar’dan Lorcalar’dan geliyorum unutma! / Che’den Chavez’e kadar kıpkızıldır atlasım ( Son Şiirler- 2014).

Uzun ve yorucu bir koşunun şiiridir Ahmet Günbaş. Sesini ve kalemini kusursuz bir aydınlığın savaşımına adıyor. Çiçekli avlulara açılan her pencerede onun yüzüne rastlamak mümkün. Müzmin bir isyan olarak tarif ediyor şiirini ve kendisini. Şiirlerini dize dize kazıdığımızda altında mutlaka bir insana çarpıyoruz. İnsanlığın tüm halleri farklı ve çarpıcı imgelerle giriyor belleğimize. Bu yüzdendir ki her dönem genç kalan bir şiir yazıyor Ahmet Günbaş. Yaşadığı zamanın aynası ve anlatıcısı oluyor devamlı. Bir gün tütün işçileriyle omuz omuzadır, meydanlardan haykırır içindekini. “Biz süründükçe tütün / üçe beşe gidersin alanlarda / bey dudaklarına harman olmaya” ( Tütün Türküsü / Gecenin Neresindesin?-1986). Gün gelir savaş çığlığı koparanlara seslenir. “Biz barışığız Ege / sen bak işine” ( Biz Barışığız Ege / Gecenin Neresindesin?-1986).

Ama onu en çok savaşlar, kıyımlar, sürgünler ve faili meçhul cinayetler etkiler. Bir de şair dostlarının erken ölümleri. Sivas’taki can kırımından Hrant Dink’e kadar uzanıyor şiiri. “ Bu şiir hâlâ yanıyor / azıcık temmuza değse / Otuzbeş alevkanatlıkuş / uçmuş da görmemiş kimse! ( Sıcak Şiir / Çağlaçakır-2004). İçinden, ta içinden hisseder yangına düşmüş o gündemi. Şiirin tanıklığı apaçık ve temiz kalıyor gelecek zamanlara. Tarihin tanıklığından daha gerçekçi çünkü. O yüzden not düşüyor Günbaş, takvimin bir kenarına bu dizeleri.

Hrant’ın katledilişini de öyle, ak bir kâğıda iğneliyor. “ Bir ceset nasıl ısıtırmış dünyayı / cıscıbıl gördük!” diyerek. Sonra dünyanın bütün duvarlarında yankılanacak bir sesle bağırıyor. “ Hrant! Hrant! kerttikçe hayat!” ( Krank Mili / Islık Borcu- 2010).

Ahmet Günbaş’ın şiirleri derin hayat izleriyle dolu. Her sokağın başında, ezilen insanın yanında, kadınların, çocukların ve yalnızların arasında sevgiyle kol kola, omuz omuza, kötülerle kılıç kılıca bir şiir. Özümleyici bir tavırla şiirine aldığı her gerçekliği şair duyarlılığıyla ve ustalıkla biçimlendirip önümüze koyuyor. İşi gücü, gerçek şiir yükünü gelecek kuşaklara sağ salim teslim edebilmek. Soyut ve anlamsız şiirden özellikle kaçınarak toplumsal bilincin şiir dilini, düşünce ile harmanlayıp okura yeni yeni kapılar aralamakla uğraşıyor. İnsanlığın değer yargıları üzerinden kurduğu organik söz bağıyla dünyasal bir şiir oluşturuyor diyebiliriz. Estetik kaygısının önceliği olduğunu birleşik yeni sözcükler yaratmadaki çalışkanlığından anlıyoruz. Her şiirindeki yeniliğin aslında şiirine baştan sona yeni bir kişilik kazandırma eyleminden kaynaklandığını söylemek abartılı olmaz. Şiirinin çekim gücünü de buralarda aramak gerekir.

Toplumsal düzensizliklerden aşkın bütün alanlarına kadar sızan bir şiir yazıyor Ahmet Günbaş. Anların fotoğrafını çekiyor. Bir görüntü sanatına dönüşüyor her dize sonradan. Şiirdeki fiziksel bütünlüğü müziğin ritmik dalgalarıyla birleştirip dil inceliğini ve lirizmi ussal bir armoniye dönüştürüyor. Ölümler, kıyımlar ve sürgünler onun dilinde salt acının anlatımı değil, aynı zamanda umudun da anlatımı. İnsana inanmış bir kuşaktan geldiği için bu diyalektiği kolaylıkla kurabiliyor.

Ahmet Günbaş’ın seçme şiirlerini okurken Aragon’un bir sözünü anımsadım. “ Sanatta zenginliğin adı zevksizlik. Daha yoksul olalım” diyordu. Hiçbir sözcük yerini yadırgamıyor. Hiçbir dize kullanışsız değil, özenle ve özellikle seçilmiş. Güçlü çağrışımlar yaratan imgelerin varlığı ise şiirsel doygunluğu fazlasıyla hissettiriyor. Bu anlamda sözcük bunalımı yaratmıyor şiiri ve zevk veren bir özlükle soluk alıp veriyor.

Yukarıda şair şiirinin bir parçasıdır demiştim. İşte tam da Ahmet Günbaş’ı tarif etmişim. Mütevaziliği, insancıl yönü, dostluğu ve gülümseyen yüzüyle. Konuşurken sesindeki “Uysal” tınıyı, koca bir nehrin akışına benzetirim. Ne zaman görüşsek, yolunda gitmeyen işlerden, düzenin çarpıklığından ve insanın azlığından söz ederiz. Umudu ve sevgiyi yitirmeden “ şiir buluştursun bizi” sözüyle noktalarız konuşmamızı.

Dönüp dönüp okuyorum o dizeyi ve işte Ahmet Günbaş budur diyorum.

“ Yakam rozet tutmuyor!”

[email protected]