'Soğuk Kazı'da yanma halleri

I.

Bir çiçek açtığında
Bir eski avluda
Diyor ki
Çalıda sarı bir çiğdemim ben
Ve senin çok eski cümlen.

Sen otursan, gitmemiş ki! olsan
Ben sana bir Endülüs avlusu
İstersen serin bir Portofino getirsem
Ya da Yedigöllerin yedisini birden.

Ah! Birhan, sonra seninle uzun yolculukların ardından riya değmemiş coğrafyalarda bir sabrın hayatına kadar iniyoruz. Yenilgiler ve hatıralar çağından üç beş insan, ne iyi ne kötü. Kimin eli değmişse bir ayrılığa büyük yalanları bize bırakarak gitmişler. Şimdi biz bu sabırla kazıyoruz iki yanımızı. Yenilenmek ya da uyumlanmak için mi? Hayır. Bu ömrü ısrarla sevdiğimiz için belki.

Bir ömür neyle kazılır?
Zamanla ve hatıra ile elbette…

Küçük bir avluya bakıyoruz şimdi. İçimizin kalabalığı akmış taşlara. Sesli harfler ve yağmur haylazlığı. Herkesin bir susma an’ ı var diyoruz. Herkesin kırılma ilmine yasladığı bir göğsü. Bizi bu uzun ve mıh gibi yakıcı bir cümleden attıkları için daha eksik ve şaşkınız. Ve bu yüzden eski bir fotoğrafa bakarken ömrümüzün yarısı kıldan ince gözüküyor.

Her yer bir evin yalnızlığıyla kederli. Biriken ne varsa sözler arkada kalmış, birkaç avuntu tanesi atıyoruz güvercinlere. Athena bize flüt çalıyor, upuzun bitkin ve fazla tanrıça. Bu dünyayı biraz daha oysak, şarkılar sanki çıt diye kırılacak. Yürüyoruz, boyumuzca bir utancın tarihi, her yer huyumuzca asi. Bunu öğrettik mi kalbimize? Evet. Üzgün bir su damlasının aklına sığacak kadar.

Ah! Birhan, illa bir yüz getirsem sana. Pavese görse, belki aklanır intihar gerekçeleri. Soğuk bir sokağa çıkıyoruz, üzerimizde fosfor ve yalnızlık halleri. Kim kimin arkasından yürüse, bu sağır bu anlamsız bu ağır düzlükte gölgemiz hep bir adım önde. Uzun yol tüccarları biliyor, ilk harften son kervana kadar bir han unutkanlığıdır haritaların yüzüne haykırdığımız. Bir sürü şey ki, içimizden içeri, ikimizden gideni özlüyor.

Bir insan neyle kazılır?
İnatla ve hatıra ile elbette…

II.

Kalbimden ayağınaydı yolum,
Gördüm, hep seni gördüm.
Kara gecede, kara uykuda yürüdüm.
Bomboştu her şey, elimde bir dünya tarağı
Gök ağlıyordu, ben zülfünü ördüm.

Kubbem yok ki benim, bir tepsinin kenarında uykum
Dönersem, aşağ’sı çok yüksek
Düşeceğim nasılsa gördüm.
Dünya beni sarmazdı sarmalamazdı döndüm.
Gök ağlıyordu ben zülfünü ördüm.

İşte böyle Birhan. Bizi bir fincanın içinde gördüler. Şeklimizden bazı çiçekler bazı isimler tasarlayarak. Sonsuzluk, bilmiyoruz ki, belki de görmediler aslında. Biz çok bölünmüştük kendimize, bizi kuşların ilk uçuşu sandılar. Nedensiz giriyoruz bütün rüyalara, izinsiz. Delilik mi, bencillik mi? Bilmiyorum. İnsan insana ağladıkça güzelleşiyor acını tarifi. Bırak, bizi bir ölünün uykusunda arasınlar.

Zamanın kökleri nasıl sökülür?
İnsanla ve kazı ile elbette…

Oturmuş mektuplar yazıyoruz birbirimize. Sosyal bir dilden. Kayıp atlılar, zenci çocuklar ve çingeneler. Bir kış ağırlığı, saçımızdan tırnak ucuna. Uzak kıtalarda büyüyoruz şimdi dünya ılık bir yuvayken. Özür taşlarıyla aşındırdığımız eşiklere bin ağıt, bir selam ile. Ne çok ima birikti sözümüzde değil mi? Güzel türküler söylendiğinde elbette, çelik gözlü ceylanlar suya indiğinde. Biz de iki gecikmiş toz gibi döküleceğiz bir çiçeğe.

Birbirimize baka baka ya da büyük hata algısına. Kirazların diliyle söylersek, bir uzun yazdan bir dala yaslanıyoruz. Öyle derin ki bıçağın gezdiği ten, rüzgârın ezdiği günebakan. Tel tel titreyen bir ormanı avutuyoruz şimdi. Hayat bir teselli ağacı mıdır? Hayır. Bütün acılara yüz izi bırakan bir ihtiyardır. Bunu ancak yenilgiler ve hatıralar çağından üç beş kişi biliyor. Ne eksik ne fazla.

İşte böyle Birhan. Zaman, panayır kalabalığı gibi bakıp geçiyor aramızdan. Ve biz bir vedanın iyilik ekiyle kapatıyoruz defterleri. Bir taşın üstüne oturup ufka uzun uzun bakışımız bundan.

Bir denizle konuşmak istiyoruz belki. Kim bilir belki de hiçbir an, bir yerde. Ama söylemiştim, riya değmemiş bir yeryüzü durağında bekle. Üç vakte kadar, upuzun bir şiirle.

“Soğuk Kazı”dan kim sağ çıkabilir?
Hatıralarını gömen biri elbette…

[email protected]