Özen Aşut’la 'Boyun Eğmeyenler' romanı üzerine söyleşi

“İnsanları iyi ve kötü olarak kategorize etmemek gerektiğine inanırım. Sonuçta bireyler bu toplumun ürünleridir.”

“Boyun Eğmeyenler”i okuyup son yaprağı da çevirdikten sonra aklıma gelen ilk soruyla başlamak istiyorum söyleşimize. Romanın sonunda, “Sevgi, öleli çok oldu. Ne 1980’leri, ne 1990’ları görebildi” diyorsunuz. Bu sözü aslında Sevgi Soysal’ın çok genç yaşta aramızdan ayrılışını anımsatma ve özlemle anma duygusuyla yazdınız. Diğer taraftan, darbe öncesi toplumsal yapıyı ve insan ilişkilerini düşündüğümüzde, bir “sevgi” eksenli mücadele ve etkileşimden söz etmek doğru bir yaklaşım olacaktır. Darbe sonrası ise oraya buraya savruluşlar, gerekse çözülmeler ve cuntanın insanları birbirine yabancılaştırma politikaları sonucu bir “sevgisizlik” iklimine doğru kayma söz konusu oldu. Romanı bu sözle bitirerek “ve perde indi” mi demek istiyorsunuz, yoksa?
Roman kahramanlarından birinin de Sevgi Soysal olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır sanırım. Bir eleştirmen, “Sevgi Soysal'ın ruhu dolaşıyor roman boyunca” diye yazmıştı. Katılıyorum. Özellikle Defne karakteriyle Sevgi Soysal'ın yaşamları arasında koşutluklar, kişilikleri arasında benzerlikler olduğunu belirtebilirim. Romanın son sözleri arasında yer alan Sevgi ile ilgili bölümün gerçekten de ikili bir anlamı var, sosyalist sistemin çözülüşüyle her şeyin metalaştığı bir dünya düzeninde sevgiye yer, zaman ve olanak kalmamıştır diyebiliriz. Özellikle 1980 sonrası genç kuşaklar için böyle düşünüyordum kitabın yazılış sürecinde. Ancak Gezi Direnişi -ya da ayaklanması- beni şaşırttı ve bu olumsuz koşullarda bile kimi değerlerimizi koruyabildiğimizi sevinerek gördüm.

“Boyun Eğmeyenler”, büyük insanlık düşü kuranların romanı. Haziran Direnişi’nden hemen sonra da okuyucu ile buluştu. Gezi Parkı ile başlayıp bütün yurda yayılan bu direnişin başat sloganlarından biri de “Boyun Eğme!” idi. Romanınıza konu olan dönemle bu direniş dönemi arasında neredeyse 35 yıllık bir zaman var. O günlerin toplumsal önceliğiyle bugünkü gençlerin isteklerini karşılaştırdığınızda benzeşen/benzeşmeyen olgular açısından neler söylersiniz?
Özen Aşut: Romana son noktayı koyuşumun, yayımlanışından epey önce olduğunu anımsatmak isterim. Yani Gezi’den birkaç yıl önce. Gerçekten de, 30 - 35 yıllık bir zaman dilimi var romanın kahramanlarıyla Gezi'nin kahramanları arasında... Ben o dönemin gençleriyle bu dönemin katılımcıları arasındaki en önemli ortak özelliğin içtenlik olduğunu düşünüyorum. Her iki kuşağın gençleri de daha iyi bir dünya düşüne inanmışlardı. Ancak iki dönemin dünya ve ülke koşulları ve ortamı çok farklıydı. Hiç kuşkusuz, 1980 öncesi toplum çok daha örgütlüydü. Sol görüşlü gençler ve de savaşım içindeki diğer insanlar açısından, devrim daha somut ve yakın bir olasılıktı. O yüzden de çok sert bir mücadele söz konusuydu. Bu nedenle belki de, Gezi kuşağının daha hoşgörülü olduğu söylenebilir. Kuşkusuz, 1980 öncesi döneminin ayakta kalabilmiş bir bölümü de Gezi sürecinde yer aldı.

Karakterler üzerinden giderek düşünüyorum da, her karakter birden fazla kişiyi anımsatıyor aslında. Örneğin Gazeteci Defne, gerçekte Sevgi Soysal’ın büyük kızı. Oysa romanda Sevgi Soysal’ın kendisi. Siz ona gazeteci kimliğiyle yeniden tarihsel bir görev yükleyerek, savruluşlardan etkilenmeden aynı dirençle davasına devam eden bir kimlik olarak karşımıza çıkarıyorsunuz. Diğer taraftan da “Barış Adlı Çocuk” öyküsündeki o çocuğu büyüterek avukat yapıyorsunuz, hem içeridekilerin savunmanlığını hem de yıllar sonra Defne’nin yeniden umudu olmasını sağlıyorsunuz. Böylesi bir karakter yaratımına sizi iten düşünceyi merak ediyorum.
Romanda bir dönemi canlandırmaya çalıştığım için, roman kişileri de o dönem tanıklık ettiğim çevrelerde bulunmuş, yaşamımda iz bırakmış insanlardan esinlendiğim karakterlerdir. Romanın doğası gereği kurgusal yönleri de olmakla birlikte, karakterler dönemin gerçek kişilerini barındırıyorlar. Yazınsal kurgulamanın gereği olarak, kişiler birden çok gerçek kişiyi yansıtabiliyor ya da tümüyle kurgusal özellikleri olabiliyor. Sonuçta romanın akışı içinde, işlevlerine uygun özellikleri kendiliğinden gelişiyor. Sevgi Soysal doğrudan bir kişi olmasa da, onun yaşamı, düşünce ve özellikleri romanın tümüne serpiştirilmiş olarak yer alıyor. Defne karakterinin yaşamıyla benzerlikleri olduğu da doğru bir saptama. Barış karakteri ise dönemin özverili, adsız kahramanlarına bir gönderme...

Romanın kötü karakterlerinden biri de Ömer. İşkenceci bir polis. Yoksul bir yöreden ve aileden geliyor. Kendi gerçeklerini savunan insanlara işkence yaptığı yetmiyormuş gibi, evdeki eşine de aynı şekilde davranıyor. Normal bir okuyucunun nefretini kazanması gereken bir karakter gibi durmasına rağmen siz onu öyle bir işlemişsiniz ki romanda, yer yer ona karşı acıma ve yardım etme duygusunu uyandırıyorsunuz. Bu durum diğer olumsuz karakterler için de geçerli aslında…
İnsanları iyi ve kötü olarak kategorize etmemek gerektiğine inanırım. Sonuçta bireyler bu toplumun ürünleridir.

Romanda olayları ve kişileri yansız ve insani boyutlarından koparmadan ele almaya çalıştım. Çünkü doğru tutumun, en kötü kişiyi bile önyargısız ve nesnel değerlendirmek olduğunu düşünüyorum. Sonuçta öyle insanlar bu toplumda yaşadı ve yaşıyor. Niçin öyle olabildiklerini irdelemek gerekiyor. Hepsinin de bir öyküsü var. Önemli bir nokta, çoğunun yaptıklarının doğru olduğunu düşünmeleri idi. Ruh hastası oldukları için değil, görevlerini yaptıklarına koşullandırıldıkları için işkence yapıyorlardı.

Aynı şekilde Mamak’ta, yönetimin isteklerine boyun eğenleri bütün örgütler dışlarken, Doktor Deren daha farklı düşünüyor. Çözülüşlerini benimsememesine rağmen, onları anlamaya yönelik düşünceler üretiyor kafasında. İnsan odaklı bir bakış açısı koyuyor ortaya. Devrimci örgütler için son derece duyarlı bir konuyu hekimlik bilinciyle yorumlamasını, siyasal direnç öncelikleriyle karşılaştırdığınızda, Deren’in bu tavrını nereye koyuyorsunuz?
Önceki soruya yanıtımda belirttiğim gibi, insanları iyi- kötü diye sınıflandırmanın geçersizliğine dikkat çekmek istedim. Doğru tutum bu olmakla birlikte, romanda yer yer kahramanların, çözülme karşısındaki tahammülsüzlükleri de görülüyor. Sonuçta bu da insani bir durum. Onlarca insanın yazgısını etkileyen birisine kızmak, insan özelliğinin doğal bir sonucu; tıpkı yılların düşünce idolünün dönekliğine duyulan öfke gibi...

Devrimci tutum açısından bakıldığında, gereksinimler farklı olabilir. Sonuçta geçerli olması gereken örgütsel disiplindir. Ancak o durumlarda da sorunların insani boyutunun göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

“Doktor Deren, 12 Eylül 1980 sabahı televizyonda Kenan Evren’i görünce geçici bir rahatlık hissetti” diyorsunuz romanda. Darbenin ilk algısı, sol açısından düşünüldüğünde, “en azından sola karşı yapılmamıştır” görüşü mü yaygındı kitlelerde?
Hayır, bir darbenin eninde sonunda sola döneceği kanısı yaygındı. Çünkü 12 Mart'tan dersler çıkarılmıştı. Ama darbenin başının, tanıdıkları birisi olması duygusal olarak böyle bir etki yaratmıştı insanlarda, darbe şokunun ilk anlarında. Bir kaçış noktası olarak belki... Daha sonraki gelişmeler ve Evren'in tutumu, darbecilerin gerçek yüzünü kısa sürede ortaya koydu zaten...

12 Eylül gibi olağanüstü bir cunta döneminin hukuksuzluğunu düşünerek sormak istiyorum. Yakın zamanda ülkede KCK, Balyoz ve Ergenekon davaları sonucu suçsuz birçok insan, dört - beş yıl gibi uzun sayılabilecek sürelerle cezaevlerinde kaldılar. “İleri Demokrasi”ye geçilen bir dönemde böylesi bir hukuksuzluğu ve insanlık dramını o günkü şartlara göre karşılaştırırsanız, neler söylersiniz?
Ben 12 Eylül hukukunun, günümüz “ileri demokrasi”sine göre daha kurallı olduğunu düşünüyorum. 12 Eylül’cüler insanlık dışı işkenceler yapıyorlardı ama biçimsel kurallara uyma konusunda daha dikkatliydiler. İşkenceye dayalı Emniyet ifadeleri bile olsa, kanıt elde etmeye çalışıyorlar, sahte kanıtlar üretmiyorlardı. Kuşkusuz bu durum, yapılan haksızlıkları, işkenceye dayalı ifade ve suç atımlarını haklı kılmıyor. Ancak bugünkü hukuksuzluğun boyutunu göstermesi açısından, iki dönem arasındaki fark önemlidir.

“Boyun Eğmeyenler”, üç ana tema üzerinden gidiyor: İdeoloji, zulüm karşısında direnme ve kadın sorunsalı. Özellikle Defne karakteri üzerinden aşk, evlilik ve kadın-erkek ilişkilerini de mercek altına alıyorsunuz. Devrimci erkeklerin bile uzak durmaya meylettiği bir konu. O günlerden günümüze doğru geldiğimizde, hâlâ bu kavramların tartışıldığını görüyoruz. Aslında yüzyıllarca… Sizce kadın sorununu aşamayacak mı insanlık?
Kadın sorunu bir insanlık sorunu, eşitsizlik sorunu, bir özgürlük arayışıdır. Tüm eşitsizlikler gibi, evrensel ve aslında olmaması gereken bir sorun... Kadın - erkek eşitsizliği zaman zaman öyle boyutlara ulaşıyor ki, kadın hakları savunucularının çabalarının ne denli yaşamsal olduğu ortaya çıkıyor. Ben romanda o günden bugüne yapılan tartışmaları, özellikle devrimci erkeklerin bile bu konudaki bilgisizlikleri bağlamında yalın bir dille görünür hale getirmeye çalıştım. Günümüzde kadın sorunları açısından kesin bir geriye gidiş söz konusu... Bu konuda toplumsal koşullara ve devletin tutumuna baktığımda hiç umutlu değilim. Kadının yaşam hakkı bile güvence altında değilken, bu konuda hiçbir ciddi adım atılmıyor.

Romanın bütünü için söylüyorum. “İşlevsel” romanlar daha çok belge / bilgi üzerinden akar ve duygusallık yok denecek kadar azdır. “Boyun Eğmeyenler” için sunuş bölümünde diyorsunuz ki: “Bu romana başlarken neyi yazacağımı biliyor, nasıl yazacağımı bilmiyordum. Bildiğim, yazacaklarımın işlevsel bir roman tekniğiyle kaleme alınacağı idi.” Bu söyleminiz karşısında açıkçası salt belgesel roman okuyacağımı zannederken, ustaca kurgulanmış bir duygu atmosferinde buldum kendimi. Somut ve soyut iç içe geçmiş, birbirine üstünlük hissettirmeden akıp gitmiş. Zor olan yöntemi seçtiniz, neden?
Öykünün akıp gitmesi, önemsediğim bir konuydu. Bu konuda yazın temsilcilerinden benzer değerlendirmeler geldi gerçekten. Kitabın rahat okunuyor olması benim için çok sevindirici. Yalın bir dili yeğlememin payı olabilir bunda. Anlattığım öykünün gerçek yaşamlara ve olaylara dayanıyor olmasının, inandırıcılığını güçlendirdiğini düşünüyorum. Sanırım gerçek orada duruyordu ve ben sözcüklere döktüm.

Günlük tutma alışkanlığınız var mı? Bunu şunun için soruyorum. Romanı zaman ve mekân kavramları ile değerlendirdiğimde; ayrıntıları betimleme ve anlatma biçiminiz şimdiki zamanda geçiyormuş gibi capcanlı. Aradan onca yıl geçmesine rağmen…
Romanda da yer yer belirtildiği gibi, her insanın yaşadıklarını yazıya dökmesinin değerli olduğuna inanıyorum. Bu önermemi kendimde gerçekleştirmeye çalıştım yaşam boyu. Mamak dilimini de kapsamak üzere, her zaman günlük notlarla tanık olduklarımı kâğıda dökmeye özen gösterdim. Sorunuzla ilgili bir gerçek buysa, diğeri de yazarken yeniden döneme ilişkin araştırmalar yapmak gereksinimi duymuş olmamdır. Döneme ilişkin kişi, zaman ve mekân yanlışı olmaması için çok dikkat ve çaba harcadım.

Romanın genel havasında bir dinginlik ve ağırbaşlılık var. Onca zulüm ve direnme metotlarına karşılık üstelik. Onca ideolojik hareketlere rağmen. Metropol kentlerdeki o insan akıntısı bu romanda yok örneğin. Bu biraz da Ankara’nın kent dokusunu oluşturan o ağırbaşlılıktan mı kaynaklanıyor?
Belki de... Ankara'nın böyle bir havası vardı o zamanlar. Sokaktaki insanın daha bilinçli ve politik olduğunu söyleyebilirim. İnsan hareketliliği de vardı ama. Ben yeterince yansıtamamış olabilirim.

Bir tıp doktoru olarak sayısız makaleye imza atmışsınız ve alanınızla ilgili iki de kitap yayımlamışsınız. Bu romanda yer yer öne çıkan şiirsel anlatımlar oldukça dikkat çekici ve etkileyici türden. Bu şiirsel anlatım ustalığı nereden (beslenme ve ilgi kaynaklarını da ekleyebilirsiniz) geliyor diye sorsam?
Değerlendirmeniz için teşekkür ederim. Dil özeni konusunda çok duyarlı oldum. Ancak sizin gibi şiirden gelen birinin kitabın dilini şiirsel anlatım olarak nitelemesi, benim için gerçekten büyük onur... İlk gençlik yıllarımdan beri zaman buldukça kitap ve özellikle de roman okumaya çalışırım. Lise yıllarımda Anglosakson yazınını orijinal dilinde izlerdim. Okumanın yazmadaki payı yadsınamaz kuşkusuz... Dil uzmanı olan eşimin de, benim Türkçeyi iyi kullanmamdaki payını eklemem gerekiyor.

Son bir soru. “Boyun Eğmeyenler”le edebiyat dünyasına da güçlü bir giriş yaptınız aslında. Bu alanda başka projeleriniz ya da düşleriniz var mı?
Var da henüz söz etmek için çok erken... Proje değil ama düşlerim var. Sanatın ve özellikle de yazının yeterince toplumdaki ezilenlerden yana bir yaklaşım içinde olmadığını düşünüyorum. Eşitlik, gerçek demokrasi ve özgürlük sorunlarının, aydınların ilgi alanı olması gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle, amaca yönelik yazmak ve özellikle de örgütlü mücadele konusuna dikkat çekmek istiyorum.


Boyun Eğmeyenler / Özen Aşut / Yazılama Yayınevi

Patika Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi / Sayı:87

[email protected]