Gün ışımadan-kısa bir öykü-

“Tenindeki meleği seviyorum” dedim.

Gök mavisi nevresimi çıplak bedenine sarmış, yanımdan kalkmak üzereyken geri döndün. Tekrar yanıma uzandın, başını yastığa koyup bir süre gözlerime baktın:

“İmkânsız olduğunu bile bile sana duyduğum bu derin aşkın iyi tarafı ne biliyor musun?”

Hiç insan ayağı değmemiş gibi görünen uzun bir bozkırın ortasından geçiyoruz. Gün boyu bana yol arkadaşlığı eden güneş, karşı tepelerin arkasına düştüğü için birden yüzümün soğuduğunu fark ediyorum. Camdan başımı çekip arkama yaslanıyorum. Otobüs yolculuklarını çok sevdiğim halde devamlı gıcırdayan bir koltukta on iki saattir hiç uyuyamamak sinirlerimi yıpratmış olacak ki, midemde tuhaf bir huzursuzluk başlıyor. Kendimi aşkın ve hayatın akışına bıraktığımdan beri ilk defa böyle oluyorum. Acı ve yalnızlık dolu günlerimden kalma o hastalık geri mi dönüyordu? Bir el midemi kâğıt gibi buruşturup duruyordu. Sonra şiddetli bir baş dönmesi ve ardından sol kolumu kaplayan sıcaklık. Nefes alışlarım hızlandıkça tavanla zemin arasındaki boşluk giderek kapanıyor, eklem yerlerimden başlayarak tüm vücudum güçsüzlük ve bayılma hissiyle yanıyordu. Bu ataklar ne kadar sürüyor bilmiyorum ama kendime geldiğimde terli ve bitkin bir şekilde rahatlamış oluyordum. Otobüsümüz akşam yemeği için konakladığı son mola yerinden kalkıyor. Muavinden üç saatlik yolumuzun kaldığını öğreniyorum…

Sevgilim,
Gelecek hafta cumartesi için salonu ayarladık. Edebiyat kulübündeki öğretmen arkadaşlarım gerekli duyuruları yapmaya başladılar. Küçük yer burası. Öyle alışmış olduğun kalabalıklar belki olmayacak ama sıcak ve ilgili insanlar gelecek seni dinlemeye.

Nasıl bir telaş ve heyecan içindeyim bir görsen. Ayakların yerden kesilmiş, uçuyorsun diyor Dilek. Haklı kız. İki yıl. Dile kolay, görmeden dokunmadan… Sesinin rengini ve gülüşünün huzurunu sadece yazdıklarında hissederek yaşadım. İkimiz de yardıma ve sevgiye muhtaçtık. Anlık coşkular aramıyorduk. İçimizdeki yaraları mektuplarla tamir etmeye çalıştık. Bir zaman sonra senin panik atakların azalmaya, benim ise sevgisiz büyümüş ruhum kabuklarını kırmaya başladı.
Gücüm yerine geldikçe ve soruların ürettiği anlamsız kalıplar kırıldıkça gördüm ki, aşk vardı ve kalbim uyanıyordu.

Şimdi bana, yaşadığım kente geliyorsun. O gün yaklaştıkça, kendime yarattığım düşsel barınaktan çıkıp gerçek dünyanın senli coşkusuna karışıyorum. Gülme sakın. Dün terminale gittim ve defalarca seni bekleme provaları yaptım. Otobüslerin durduğu yerden uzak bir köşeye gizledim kendimi. Oradan birbirimize doğru yürürken, aramızdaki mesafenin ikimizi fiziksel anlamda tanıma zamanı yaratmasını istedim. Sonra vazgeçtim, otobüsün girdiği peronda bekledim seni. Kapılar açılır açılmaz yüz yüze gelmeliyiz ve tek bir hamlede boynumuzda buluşmalıyız. Evet, bu yöntem daha sıcak, daha içten…
Seni götüreceğim yerlerin isimlerini bir bir not ettim defterime. Olur ya, sen yanımdayken her şeyi unutabilirim.

Sevgilim, önceki mektuplarımın aksine bunu kısa tutuyorum. Çünkü yazacaklarımın geri kalan kısmını seninle göz göze geçireceğim o iki güne saklıyorum.
Sevgimle,
Nilgün

“Bilmeye çalışmıyorum. Çünkü…”
İşaret parmağını dudaklarıma bastırıp beni susturdun. Sesinin incecik bir buğuyu andıran tonuyla:
“Seni sen yapan bütün o değerlerini anlama çabası içinde olmamdan. Bu da, sürekli seni beynimde taze ve diri tutmamı sağlıyor.”

Nilgün, kendisine ithaf edilmiş öyküyü bir solukta okuyup bitirdi. Kalkıp odanın içerisinde bilinçsiz birkaç adım atıp yerine oturdu. Az önce okuduğu kitabın arka kapağındaki gülümseyen yüz, gözünün önünde bir kayboluyor bir geri geliyordu. Bedeni tepeden tırnağa alevler içindeydi ve bacaklarının titremesini durduramıyordu. Bu korkunç ve karanlık günün tek suçlusu olarak kendini görüyor, “kimsenin değil, benim işlediğim cinayet bu” diyordu durmadan. Eli masanın üzerinde duran siyah poşete gitti. Bu kez garip bir şekilde korktu ve elini geri çekti. Oysa demin, defalarca çıkarıp çıkarıp okumuştu. Sevdiği adamın kaza anına kadar tuttuğu ve üzerine kan lekesi bulaşmış “yolculuk notlarına” bu kez bakacak cesareti kendinde bulamadı. Şimdi eskisinden daha yalnızdı. İçinden ağlamak geldi ve olanca sesini boşalttı odaya.
“Cenazeyi siz mi teslim alacaksınız?

Nilgün, kapıda dikilmiş adamı başıyla onayladı.

Not: Bu kısa öyküyü, Defne’de egemenlerin ve haramilerin saltanatını yıkarak başkanlığa yürüyen Sevra Baklacı’ya armağan ediyorum. Trabzon-Defne arasında gelecekte kurulacak kültürel ve sanatsal dayanışmanın ilk adımlarını atmak adına. Uzun ve yorucu seçim çalışmalarının sonunda bir yorgunluk kahvesi ile okuması dileğimle…

[email protected]