Biz ölüyorduk, sizler çalarken

Neredeyse ağlayacak, müthiş bir çöküntü ve bitkin ruh hali içinde. Sözcükler boğazında düğümleniyor, elleri titriyor, dudaklarında cansız bir kıpırtı. Utancını yutkunuyor durmadan. Bülbül gibi şakıyan o eski adam gitmiş, yerine “Küçük Emrah” kipinde merhamet dileyen yetim bir çocuk gelmiş.

Bülent Arınç’tan söz ediyorum…

Hükümet sözcüsü bu adam, tarihin en büyük yolsuzluğuna imza atan hükümetini savunmak için basın mensuplarının karşısına çıktığı o günü ömrünün sonuna kadar hiç unutmayacaktır eminim. Çünkü yüz kızartıcı suçlar karşısında insanlık biliminin öngördüğü davranış şekli ortadayken, bu durumu savunmak zorunda kalmak insanın düştüğü en zor anlardan biri olsa gerek. Demek ki kirli siyaset dedikleri böyle bir şey.

Gerçi Bülent Arınç konuşmasının ilerleyen bölümlerinde eski formuna yeniden döndü. İlk dakikalardaki utanç ve şaşkınlığından sıyrılıp işi yüzsüzlüğe kadar götürdü. Savunma biçimi ve bunu destelemek için öne sürdüğü örneklemeler mide bulandırıcıydı. Toplumun hassaslaştığı önemli konularla adeta alay edercesine pişkin tavrını konuşmasının sonuna kadar sürdürdü.

Arınç, "Bir içişleri bakanının oğlunun gözaltına alındığını basından öğrenmesi kadar acıklı bir olay düşünülebilir mi?" diye soruyor.

Biz düşündük ve Haziran Direnişi’nde yitirdiğimiz o çocukların fotoğraflarıyla yüz yüze geldik.

Ethem’in, Abdullah’ın, Mehmet’in, Ali İsmail ile Ahmet’in ve Medeni’nin…

Şu an yolsuzluk ve rüşvetten dolayı gözaltında tutulan Barış Güler’in babasının içişleri bakanı olduğu bir ülkede, emrindeki polislere destan yazdırdığı bir dönemde öldü bu çocuklar. Aileleri basından ve sosyal medyadan duydu bu acı haberleri. Babalar ve anneler, soğuk hastane morglarında yüzleşti evlatlarının cansız bedenleriyle. Cenaze törenlerine bile müdahale ettiniz, su sıktınız, gazla boğmaya kalkıştınız yüreği acılı insanları.

Hele bir fotoğraf var ki:

Değil insan yüreği, doğadaki tüm canlılar bile bu görüntü karşısında boynunu eğer. Cenaze günü kentin alanına asılmış büyükçe bir Ali İsmail Portresi arkasını duvara yaslamış ve yüzünde hüzünle karışık bir gülümseme. Bir baba eli dokunuyor portredeki yüze. Zaman durmuş ve bütün bir yaşam baba eliyle geri sarılmakta. Umutları, sevgileri, birliktelikleri, delikanlılık çağının o delilikleri, kavgaları, aşkları ve ayrılıkları, hepsi o anın baba kalbindeki karşılığı olarak gözyaşına dönüşmüş. Şefkatle ve sevgiyle dokunuyor oğlunun yüzüne. Yarını yok edilen ve hep aynı yaşta bırakılan Ali İsmail’inin yüzüne. Çünkü biliyor baba, bu yüz hep fotoğraflarda yaşayacak bundan sonra.

Sizin ya da hükümetinizdeki herhangi birinin böyle bir fotoğrafı var mı Arınç Efendi?

Olmasını da asla istemeyiz.

Ama bu görüntülerle bir kerecik de olsa yüz yüze geldiniz mi? Hükümet olarak empati alışkanlığınızın olmadığını biliyoruz da bir saniyecik de mi gözünüz değmedi bu babanın gözyaşlarına? Belleğinizde yeri olmadığına göre bu fotoğraf üzerine hiç kafa yormamışsınız. Düşünce alanınızın oldukça dışına düşmüş belli. Hiç yokmuş gibi, yaşanmamış gibi davranmanız diktatör bir tavrın, kalpleri koyulaşmış bir bilincin resmi değilse, nedir? Yüz kızartıcı bir suçtan dolayı gözaltına alınan o çocukların babalarının psikolojisinden ve yaşadığı acıların büyüklüğünden dem vuruyorsunuz hâlâ.

Pes yani…

Arınç, sonra öyle bir şey söyledi ki bu nasıl bir ruh haliydi, doğrusu çözemedik. Unuttu mu yoksa işine böyle geldiği için mi bunları söyledi, anlayamadık. Neyse biz yine onun “saflığına” verelim ve ne demiş onu okuyalım.

Çağırılsa ifadeye gidecek insanları sabahın beşinde evlerinden almak da neymiş!

Siz bu ülkenin aydınlarını, gazetecilerini ve cümle muhaliflerini “brunch time” keyfi yaparken içeri aldınız herhalde?

Türkan Saylan'ı, İlhan Selçuk’u ve daha nicelerini sabahın köründe apar topar polis otolarına soktunuz, günlerce sorguladınız. Mesleki ve insani kariyerleri ülkenin dışına taşmış bu insanları çağırmadığınıza göre, kaçma ihtimallerinin çok yüksek olduğunu düşündünüz, öyle mi? Ancak kendi başınıza gelince hatırladığınız insanlık ve hukuk anlayışınızın şeklinden midemiz bulandı, kusuyoruz artık.

Sonuç olarak:

Ayakkabı kutularına saklanmış yeşil paralar, yatak odasından çıkan para sayma makinesi, eşlere alınan pahalı hediyeler, ihale alabilmek için verilen rüşvetler, kirli paraları aklayan bankalar, seks kasetleri ve öç alır gibi yerlerinden edilen emniyet görevlileri… Bütün bunları ister küresel bir müdahale olarak ister cemaatçi bir manevra olarak yorumlayın, şekli bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren bu soygun şebekesinin varlığıdır. Bizim üzerinde durduğumuz konu bu halkın parasını yiyen, yurtdışına kaçıran, arazilerini ve ağaçlarını ona buna peşkeş çeken bir suç örgütünün hükümetle kol kola olmasıdır ve önümüzdeki süreçte Arınç’ın bir zamanlar dediği gibi “Türkiye, bağırsaklarını bu pislikten temizlemek zorundadır.” Hem bu çirkin ilişkilerden hem de bu hükümetten.

Belli ki AKP, bir dağılmanın eşiğine girdi. Dağılırken de on bir yıldır biriktirdiği pisliklerin kokusunu etrafa yayarak gidiyor. Bu süreci iyi tahlil etmek ve Haziran Direnişi'nin oluşturduğu misyonu halk katmanlarına da yayarak, oluşabilecek herhangi bir cemaat faydalanmasını engellemek gerekiyor. Çünkü gidecek olan kadar iktidara göz dikmiş olan da suçlu ve tehlikelidir. “Giden ağam gelen paşam” demiş olmamak adına şimdiden ülkenin geleceği için yeni bir cephe açmak gerekiyor. Bu açıdan baktığımızda Sol Cephe’nin kuruluş zamanlaması da oldukça tarihsel bir dönemine rastlamıştır.

Mademki tek bir ağacın yaşaması için canlarını ortaya koyan bu çocuklarımızın ve acılı ana-babalarının bizlere yüklediği sorumluluk çok büyük, o zaman

-Ey babalar! Sizden ve oğullarınızdan nihayet kurtuluyoruz.

Çünkü:
Bu halk çocukları sokaklarda ölürken, sizin çocuklarınız da halkı soyuyormuş.
Şimdi iyice uyandık…

[email protected]