Aşk katında bir derviş: Kenan Sarıalioğlu

Kenan Sarıalioğlu’nun son şiir kitabı “Temmuz Sağanakları”nı okuyorum. Dönüp dönüp yine okuyorum. Kitap boyunca insan hallerinden nesnelerin yalnızlığına uzanan yolculukta, “şiir neyi gizlemez ?” diye hep sordum kendi kendime. Yoklukla varlığın o ince çizgisinde bıçaktan bakan sözcüklerin keskin tarafına yaklaştıkça şekillerden ayrışan sözlerin duruluğu bu soruya bir cevap gibi aslında. Bir kere şiir, insanı hiç gizleyemez. Aşkı da. Bu pencereden bakıldığında “Temmuz Sağanakları”ndaki şiir okumaları için şöyle bir cümleyi rahatlıkla kurabiliriz. Kenan Sarıalioğlu şiiri, aşka ulaşmak için insanı kutsayan dizeler bütünlüğüdür. Bu dizeleri güçlendiren yan öğeler ise doğa ve nesnelerdir.

Dağ ve ben
Bir ömür bekledik seni.
Beni sen diye anla
Ama dağı düşün…

“Beklemek” eylemi yaşamla ölüm arasında “nefesi hep kanayan” yaraya dönüştüğünde, koca bir dağın gelip şairin yüreğini işgal etmesi kaçınılmazdır. Gündelik hayatın gel-gitleri içinde hepimizin yaslandığı bir dağ ya da hepimizin üstüne çöken bir dağ yok mu? Şair, bu iki nedenselliğin üzerine üzerine yürüse de anlaşılamama kaygısını belleğinden bir türlü atamıyor. Ölümse beklenen, zaten bugüne kadar aldıklarıyla kendini hissettirmiş. Daha ne? Yok, hayır sevgiliyse “ayaklarına şükür” , getiren yollara şükür.

Kadının yanağında
Önce birkaç damla
Ve ansızın
Gül döken bir sağanak…

Bir başka şairin “damla kendini tamamlayınca damlar” dizesindeki söylemini Sarıaliğolu’nun sözcükleriyle söylersek: Aşk kendini tamamlayınca yağar. Sağanak, Sarıalioğlu’nun dilindeki aşkın tanımı. Yazısız çağların sesinden kopup gelen bir doğa olayı. Aşkla insanın arasında molekül bir kül. Aşka yaklaştıkça fırtına kopar mı bilmem ama uzaklaştıkça gülün değeri azalır. Çünkü gül döken bir aşk, kutsanmıştır tende.

Öylesine kutsanmıştır ki, “derinden daha derinden soyun” der aşka ve aşk derisinden soyunur şaire. Büyüyerek, anlamlaşarak, tanrısal boyuta ulaşarak. Şimdi tanrı çırılçıplak kalır aşkın karşısında. İnsan aklı çoğalır. Evrendeki bütün izler silinir, uzak yakın her nesne kendine sığınır. Sözlerin her hali büyür, yüceleşir. Tanrı son sözünü söyler: Benim yalnızlığımı en çok aşk şairleri bilir.

Aşk yarası bu kadar derin midir? Sarıalioğlu’na göre yan yana akan iki dereden:

İçmişler birbirinin suyundan
Kanarak kanayarak
İki can bir olmuşlar…

Böylesine derindir işte. Aşkın merkezine indikçe suyun da aklı bulanıyor. O hep kendini güçlü bilen su, kanıyor derinden. Ve boyun eğiyor derelerin çığlığına. Demek ki aşk, iyicil bir örtü gibi sarıyor bütün yaraları. Ne söylesek boş, iki dere hep yan yana akacak.

Suyun aklından kanın sızdığı tene geçiyoruz. “Şimdi unutma vaktidir, unut ve dinle” her şey bu yaşamak denen vedanın içinde gerçekleşiyor. Kalan için zor giden için mümkün değil. Çünkü her nesne gidenin peşinden yas tutmakta. Günün iyiliği diye düşülüyor kayıtlara. Oysa kan, durmadan sızıyor. Şair, “şimdi bir kuytuda” kendi yaralarına şiir merhemi sürmekte.

Kitap boyunca “kadın” imgesi gücünü ve konumunu koruyor. Öyle ki “Beş Vakitte Kadın” şiiriyle bu güç olağanın dışına çıkıp kutsallaşıyor. Şair, kadın algısını ibadet derecesine yükselterek onu biçimlendiren ve sevdiren gerek doğasal etkileşimlere gerekse nesnelerin varlığına eşitleyerek bir güç sembolü olarak sunmaktadır.

İkindi vakti,
Kadın balkona çıktı
Dedi ki, ağaçların
Hiç canı sıkılmaz mı?

Gece ile gündüzün her hali kadının ruhuna ve bedenine farklı farklı yansımaktadır. Ve ancak bu farklılıkları içselleştirebildiğimiz oranda bir kadının iç dünyasına sızabiliriz.

Ölüm olgusu da şiirlerde başat bir konumdadır. Ölüm şair için sarı ve yeşil yapraklardan ibarettir. Sevdiği insanların birer ikişer gidişi onu “gözkapaklarının ardında” bir yas evine kapatır. Kimler yok ki o yas evinde anneler, babalar, ağabeyler ve zamansız gidenler. Ölümün sonsuz bir susuş olduğunu pek düşünmez ve der ki:

Düşündüm ki
Kaç bin gece susmuş annem
Şimdi konuşur belki…

Ölümü de aşkın katına armağan edip yoluna devam ediyor Sarıalioğlu. Yıldızların yalnızlığını deştikçe kendi varlığına ulaşıyor. Hiçlik yazgısına ya da o hep kaybolma isteğine. Kendi varlığının bu dünyadaki ıssızlığına kavuşuyor. Gözyaşlarından yaptığı kuleler de birer birer yıkılmakta. İnsan ancak kendisiyle yüzleşerek çıkabilir bu “yalağuz” durumdan. Çünkü hayatın özüne inmeyi zorlaştıracak ne kadar özne varsa insanın belleğinde onlarla da yüzleşmek gerekiyor.

Sordum, anlattı bana
Kurcaladı, parçaladı belleğini
Söz etti uykusuz uykularından…

Konuştu sustu
Sustu konuştu yarım yarım…

Kendine ve hatta kendinden öteye bir şair yolculuğu gibi okursak yukarıdaki dizeleri susmakla konuşmanın arasındaki o ince çizgiyi de yakalamış oluruz. Buna an’ın varlığı zorlama refleksi de diyebiliriz. Oysa şair, yalnızlığın varlıkla olan ilişkisiyle bizi baş başa bırakıyor. Dönüp dolaşıp geleceğimiz yerin yine aşk katı olduğunu biliyor çünkü. Ne diyor devamında:

Şu insanlar da bir tuhaf
Bizi olmadığımız yerde
Görürler hâlâ…

Kenan Sarıalioğlu son sözünü böyle söyler. İnsan aklının çoğu zaman aşk katını kavrayamayacak kadar aciz olduğunu, ancak ve ancak varlık bilinciyle yoğrulunca bu zenginliğe erişebileceğini hissettirir okura.

Dönüp dönüp yine okuyorum “Temmuz Sağanakları”nı …

[email protected]