Yürüyüşün ardından

Yürüyüş, 200 bini aşkın kişinin nöbetleşe katılımıyla İstanbul’a ulaştıktan sonra Maltepe’de milyonların katıldığı görkemli bir mitingle tamamlandı. Tarihi bir olay olduğuna kuşku yok. İktidar çevrelerinin, iktidar medyasının saldırganlık ve karalamalarının zirve yapmasına bakarak da başarısı ölçülebilir.

Peki, nicelik niteliğe dönüştü mü? Eğer CHP’nin AKP dönemindeki politika yapma biçimi açısından bakarsanız buna da evet diyebilirsiniz. Birkaç bakımdan.

Bir kere eylem biçiminin kendisi, CHP açısından, yeni bir siyaset yapma biçimi olmak bakımından cüretkâr ve yaratıcıdır; eğer sürdürülebilirse, biçimin niteliğe dönüşmesi durumu pekişebilir.

İkincisi, Kılıçdaroğlu ve CHP, kendi seçmeni dışındaki kesimleri de yürüyüşte ve mitingte buluşturabilmesi bakımından salt niceliği aşan bir eyleme damga vurabilmiştir. Bunda, merkez medyadan bazı yorumcuların vurguladığı gibi “makul” (yani herkesin sahiplenebileceği) bir taleple yola çıkılmasının etkisi de mutlaka olmuştur.

Üçüncüsü, Kılıçdaroğlu’nun yürüyüş sırasındaki demeçleri/söyleşileri ve miting meydanındaki konuşmasındaki tahlilleri ve talepleri, şimdiye kadar benimsediği çizginin üzerine çıkmıştır. Bir tek örnek verelim: 10 maddelik adalet çağrısının 8. maddesine laiklik ilkesinin girmesi yeni bir durumdur.  Bunu Anayasanın 2. maddesi bağlamında “demokratik, laik, sosyal hukuk devlet” tarzında edilgen bir biçimde geçiştirmekle yetinecek derken “eğitimde laiklik ilkesinin aşındırılmasına son verilmeli ve toplumsal adaletsizliği yeniden üreten eğitim politikaları değiştirilmelidir”  cümlesini de ekleyerek daha fazla mesafe almıştır. Yetersiz olabilir, ama önemsiz değil.

Kuşkusuz laiklik bu denli tehdit altındayken daha fazla gecikmeden çok daha fazlası gerekiyor. Laiklik talebini merkeze alan benzer bir eylemlilik durumu CHP liderliği açısından mümkün mü peki? Şimdilik, daha az “makul” yani toplumun daha az kesimini birleştirici bir talep olarak görüleceği için öne çıkarılması pek mümkün gözükmüyor. Ama laiklik olmadan insan haklarının, dolayısıyla burjuva anlamıyla dahi bir adalet hakkının olamayacağı çok açık. Aydınlanma mücadelesi verilmeden, “hak, hukuk, adalet” arayışlarının ana ekseni hep kaymış olacaktır.

***

Yürüyüş ve mitinge katılan veya uzaktan destekleyen kitlelerin önemli bir bölümü hemen somut bazı sonuçlara ulaşmayı umarlar; umduklarını bulamayınca da kolayca umutsuzluğa kapılabilirler. Bu nedenle bu tür mücadeleleri uzun soluklu olarak planlamak ve asıl hedefin iktidara ulaşmak olduğunu kitlelere doğru anlatabilmek gerekiyor. Gericiliğin, adaletsizliklerin kaynağını kurutmadan, yani teokratik ve otokratik özdeki bir siyasal iktidarın elinde toplanmış yürütme, yasama ve yargı güçlerini onun elinden geri almadan kalıcı bir sonuca ulaşmanın mümkün olmadığını iyi anlatabilmek gerekiyor. Böylesine kitlesel bir yürüyüş ve mitingin belki demokratik bir toplumda olması gerektiği gibi iktidarı ödünler vermeye zorlaması beklenmeyebilir; ama adalet talebini aşan sonuçları olması gerektiğini, bu iktidarın siyasi ömrünü daha erkenden tüketmesine hizmet etmesi gerektiğini doğru anlamak ve anlatabilmek gerekiyor. Bu nedenle de iktidar güçleri üzerine kurulan baskının gevşetilmemesi gerekiyor. Tekrar eski siyaset yapma biçimlerine sıkışmamak gerekiyor. Olabilecek mi?

***

Bu arada yakın tarihi süreci de vurgulamak gerekebilir: AKP iktidarı aydınlanma karşıtlığını ivmelendirdiği ilk uğrakta, Cumhuriyet mitingleriyle ilk şokunu yaşamıştı. Ama bunları Feto örgütüyle birlikte kriminalize ederek, yargı ve polis kumpaslarını kullanarak bir fırsata çevirmeye yönelmişti. Toplumu yeniden şekillendirdiğini ve her türlü baskıyla iyice sindirdiğini düşündüğü bir dönemde 2013 Gezi Direnişi çok daha büyük bir şaşkınlık yaşamasına yol açtı, halen de belleğinden atamadı. 17 Aralık 2013’ten itibaren hepsini FETÖ ile ilişkilendirerek yeni bir cephe açtı. 2015 Haziran seçimlerinde Meclis’te çoğunluğu kaybedince, birkaç ay öncesine kadar Dolmabahçe’de çözüm aradığı PKK’ya karşı savaş stratejisine geçti. Ama iktidarını tehdit altında hissetmeye başlamıştı. Bir başarısız darbe girişimi kadar işine yarayacak hiçbir şey yoktu. (2007’de bile Büyükanıt’ın internet mektubu ne kadar da işine yaramıştı!). Aradığı bu fırsat tam da Temmuz 2016’da yaratıldı; adeta altın bir tepsi içinde “Allahın lütfu” olarak kendisine sunuldu. (Bu nedenle, Kılıçdaroğlu’nun “halkın 15 Temmuz’u” ile “iktidarın 20 Temmuz’u”  -yani sivil darbesi- arasında açık bir ayırım yapması çok yerindedir).

Sivil darbe koşullarında tek adam rejimine götürecek bir anayasa değişikliğinin zorlanması artık yapılabilirdi. Devletin varını yoğunu ortaya koymasına rağmen Nisan 2017 referandumu kaybedilecekti ve kaybedildi ama hukukun son kırıntıları da çiğnenerek sonuçlar kaçırıldı. Tam bu referandumun resmi sonuçları herkes tarafından sindirilsin diye uğraşılırken başlarına bir de bu “Adalet Yürüyüşü” çıktı. Dehşetli rahatsız olmaları anlaşılır bir durum.

Şimdi iktidarın baskı vanalarını daha fazla sıkması, toplumu İslamizasyon yönünde dönüştürme hamlelerini daha da meydan okuyucu bir tavırla sürdürmeye yeltenmesi beklenmelidir. Çünkü şimdiye kadar önüne çıkan her badireden sonra bunu yaptı ve kendi programını hep ilerletebildi. Şimdi buna tekrar fırsat verilmemesi gerekiyor. Hep söyledik, tekrar söyleyelim: Cepheden meydan okumadan bu iktidarı yenmenin olanağı yoktur.