Yürüyüş

CHP'nin öncülük ettiği Adalet Yürüyüşü üzerine ilk kez yürüyüşün başladığı 15 Haziran Perşembe günü TELE 1'de görüşlerimi ifade ettim. (Her Perşembe 17:00'de bu kanala telefonla katılarak sevgili Gökhan Kazbek'in yönettiği Tele-Ekonomi programında 30-40 dakika ekonomi söyleşisi yapıyorum). Söylediklerimin özeti şuydu: Bu yürüyüş kararı doğru olmuştur. Yükselen hukuksuzluğa ve baskı rejimine karşı önceki tepki verme biçimlerinin artık herhangi bir etkisi bulunmamaktaydı. CHP liderliğinin bu kararı alması gerçi artık başka çare kalmamasının da bir sonucudur; daha geleneksel tepki sınırları içinde kalmanın, hatta bir kerelik kitle gösterileriyle yetinmenin artık hem parti hem ülke gerçekleri bakımından yetersiz duruma gelmesi nedeniyledir. İktidarın saldırgan stratejisine karşı edilgen bir savunma mevziinden karşı konulmasının sınırlarına gelinmiş olmasının sonucudur. Bu yürüyüş aynı zamanda dokunulmazlıkların kaldırılmasından sorumlu siyasi tutumun da kısmi bir telafisidir; kuşkusuz olumsuz sonuçlar tamamen telafi edilemese de... Ama geçmiş hataların eleştirisini aşamayarak bugünkü doğru eyleme burun kıvırmak da yanlıştır. Kaldı ki milletvekili dokunulmazlıkları korunmuş olsaydı, belki de bugün anamuhalefet partisi "bıçak kemiğe dayandı" diyerek kapsamlı bir adalet arayışıyla yollara düşmemiş olacaktı.   

Şimdi bugüne dönelim. Kitleleri atalete iten ve artık siyasi mücadelenin merkezinde olmaktan da çıkan parlamentarizmin sınırlarının aşılması önemlidir. Bugünden geleceğe dönük siyasi hareket biçimlerinin oluşmasında kuşkusuz anamuhalefet partisinin alacağı kararların ve bunları uygulayış biçimlerinin etkisi oldukça belirleyicidir. Bu yürüyüşün hedefinin haksız yere ağır hapis cezası alan ve tutuklanan gazeteci kökenli bir CHP milletvekiliyle sınırlı olmadığının, özgürlükleri ellerinden alınan tüm muhalif gazetecilerin, görevlerine haksız yere son verilen akademisyenlerin, öğretmenlerin ve kamu görevlilerinin, onların temsilcisi olarak açlık grevine yatan ve ölüm sınırına gelmiş bulunan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça'nın hukuksal ve idari haklarının savunulmasını, yargının yürütmenin kontrolünden çıkarılmasını ve bağımsız medyaya yapılan saldırıların son bulmasını içermesi çok değerlidir. 

Bu yürüyüşün CHP lideri tarafından CHP dışına yaygınlaştırılmak istenmesi, hiçbir etnik ve inanç kimliğiyle ilgisinin olmadığının söylenmesi, CHP bayrakları taşınmayarak bu yürüyüşün sadece CHP kendisi için adalet talebi olmadığının söylenmesi, böylece diğer siyasi görüşlere ve toplumun tüm kesimlerine çağrı yapılması da doğru bir stratejidir. Ama yürüyüşün bir siyasi partiyle hatta siyasetle ilgisinin olmadığı yönündeki açıklamalarda  ısrar edilmesinden kaçınmak gerekir.  CHP ve lideri bu yürüyüşün açıkça lokomotifi konumundadır ve bunu ifade etmekten kaçınmanın bir anlamı ve getirisi yoktur. Ayrıca her hak talebi, ister somut maddi haklar olsun ister özgürlük, hukuk gibi soyut haklar olsun, özünde siyasi taleplerdir ve iletildikleri yerler siyasi kanallardır, muhatapları da çeşitli kademelerdeki iktidar sahipleridir, Türkiye örneğinde ise esas olarak kendini adeta "devlet benim"  diye konumlandıran "tek adam"dır.  Nitekim bu yürüyüş "adalet" talep ederken bunu iktidarın oyuncağı olmuş yargı kademelerine değil, doğrudan doğruya yargının iplerini eline geçiren siyasi kademeye yöneltmektedir. Tepkilerin buralardan geliyor olması, en rahatsız olanın da bizzat  devleti kişisel mülkiyetine dönüştürme yolundaki zat olması, yürüyüşün hedefini tutturduğunu göstermektedir. "Tek adam"ın bu yürüyüşü "hukuksuz" ilan edip bunun yapılmasına bir "lütuf" olarak izin verildiğini açıklaması ise tam bir muktedir olamamaktan iktidar çıkarma çabasıdır. Önlemeye gücü yetmeyecek bir toplumsal/siyasal tepkiden, sanki ona "müsaade etmiş" gibi kendine demokrasi payı çıkarma çaresizliğidir.

Faşizm siyasi boşluk kaldıramayacağına göre, yerleşme sürecinde önleyemediği toplumsal tepkileri "lütfetmiş" olma konumunu kuşkusuz tercih edecektir. Bütün mesele, bunun onun tercihine kalmadığını/kalmayacağını gösteren kitlesel tepkilerin sahneyi hiç terketmemesini sağlamaktır. Anamuhalefet bu tepkileri örgütleyebildiği sürece, siyaset kantarının topuzu da yer değiştirmeye başlayacaktır.

***

Geçen haftalardaki yazıların fikri takipleri:

1) Fransa seçimleri geçen haftaki tahminleri biraz değiştiren sonuçlar verdi. Macron'a tüm iktidarların verilmemesi için çabalayan seçmen, onun dışındaki sol ve sağ hareketlere beklenenden biraz daha fazla şans tanıdı. 70-110 arasında milletvekili çıkarması öngörülen merkez sağdaki "Cumhuriyetçiler" ve müttefikleri resmi olmayan sonuçlara göre 137 milletvekili çıkardı. Merkez soldaki Sosyalist Parti 30'un altında kalacak denilirken (tek başına gerçekten 29'da kaldı), müttefikleriyle birlikte 44 milletvekilini buldu; onun solundaki "Boyun Eğmeyen Fransa" hareketi 8-18 denilirken 17 milletvekili çıkardı ama Fransız Komünist Partisi (PCF) ile birlikte alındığında toplamda 27 milletvekilini garantiledi. Ayrıca diğer sol hareketler de 11 milletvekili kazandı. Milliyetçi Cephe (FN) ise, 1-5 arası çıkartabilir derken 8 milletvekili çıkardı. Bunun grup oluşturmaya yetmeyen zayıf bir skor olduğu düşünülebilir, ama FN açısından tarihi bir başarıya da denk geldiğini kaydetmek gerekir. Sonuçta, 415-455 gibi ezici bir milletvekili çoğunluğuna sahip olması olasılıklar içinde değerlendirilen Macron toplam 577 milletvekilliğinden 350'sini alabildi. Belki bu sayı da rahat bir çoğunluk sağlayacak ama birinci tur sonrasının beklentilerine kıyasla daha dengeli bir siyasi yapının oluştuğunu da belirtmek gerekiyor. 

Birinci tura göre değişmeyen şey, genel anlamda solun ciddi bir gerileme içine girmiş bulunması ve seçimlere katılım oranının yüzde 43,4 ile tarihi düşüşüne devam etmesi oldu. Bu düşüşün temel nedeni olarak, Macron hareketinin hem sağı hem solu temsil ettiğini iddia ederek merkeze yerleşmesi sonucunda siyasetin doğasına daha uygun olan çekişmeci/çatışmacı siyasi zeminin bu seçimlerde ortadan kalkmış olmasını gösterebiliriz. Kuşkusuz, iki turlu dar bölge çoğunluk esasına dayalı bir seçim sisteminde, birinci turda ezici ağırlık kazanan bir partinin ikinci tura olan ilginin sönümlenmesinde pay sahibi olacağı da açıktır. Demek ki, geçen yasama dönemi boyunca tüm iktidarları elinde bulunduran PS'in, vaat ettiği gibi nisbi temsil sistemine geçişi sağlamamış olmasının da bugünkü katılım oranlarının düşüşüşünde payı olduğu söylenebilir. Her durumda, Meclis'te yüzde 61'lik bir çoğunluk grubu oluşturan Macron hareketine bunun düşük bir katılım üzerinden elde edildiği sürekli hatırlatılacaktır; özellikle de sosyal ve ekonomik hakları geriletmeye yönelik girişimlerinde ısrarcı olursa...

2) 30 Mayıs 2017 tarihli Sol Portal yazımızda Mayıs ayı itibariyle Nota Bene Yayınları ve İmge Kitabevi'nin yayınladığı emek eksenli dört kitabın kısa tanıtımını yapmıştım. Bunların dördü de Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin (TSBD) 15. Sosyal Bilimler Kongresi'ne sunulan bildirilerden geniş ölçekte beslenmekteydi. Oktar Türel Hoca, haklı olarak, 15. Kongre'nin toplandığı tarihte, Ekim 2015'te, Bağımsız Sosyal Bilimciler'in Yordam Kitap'tan çıkan "AKP'li Yıllarda Emeğin Durumu" kitabına da bir göndermenin uygun olacağını dile getirmişti. Bağımsız Sosyal Bilimciler ile aktif TSBD üyeleri arasında da geniş ölçekli bir örtüşmenin varlığına rağmen, "AKP'li Yıllarda Emeğin Durumu" çalışması (Bkz. 20 Ekim 2015 tarihli Sol Portal yazımız) bir Kongre bildirileri derlemesinden daha kollektif bir üründür. BSB'nin geleneği doğrultusunda ortaya çıkarılan bu çalışma, hem yazarların isimleri geri plana atılarak ortak bir dil ve bütünlük çerçevesinde sunulmaya çalışılması hem de AKP'li yıllarda Türkiye'nin uluslararası düzlemde başarımının tartışılmasından sonra emeğin durumunu bölüşüm ilişkileri ekseninde ele alması bakımından Mayıs 2017 yayınlarına temel bir giriş niteliğini taşımaktadır. İlgilenenlere duyurulur.