Süreç tıkanıyor mu?

İki buçuk aydır Güneydoğu ve Doğu Anadolu illerini geziyorum. Benzer bir ziyaret turunu, 15 ili kapsayacak biçimde 2007’de de yapmıştım. Bölgeyle ilgili doğrudan temaslar zincirini aslında 2001’de Türk Sosyal Bilimler Derneği adına GAP İdaresi için 10 ili kapsayacak biçimde gerçekleştirdiğimiz Köye Dönüş Projesi kapsamında başlatmış, daha sonra CHP’nin Şanlıurfa ve yakın zamana kadar da Diyarbakır denetçisi sıfatıyla sürdürmüştüm.

2007 seçimleri öncesinde bölgede gezerken, gene AKP’nin seçim programı doğrultusunda göreli bir çatışmasızlık ve çözüm beklentisi ortamı vardı. Şimdi, 2013’teki durum nedir? İlk ziyareti gerçekleştirdiğimiz Temmuz başındaki beklenti düzeyi, 2009 Habur fiyaskosuna rağmen, 2007’den çok daha yüksekti. Ama son iki haftada, özellikle de 5 Eylül’de Cemil Bayık’ın çekilmenin durdurulduğuna ilişkin açıklamasından sonra, bu olumlu beklentiler kuşkulu ve kaygılı bekleyişlere yerini bırakmaya başladı. Sadece CHP örgütlerinde değil, temas kurulan ve çoğu BDP’ye yakın olan demokratik kitle örgütleri veya sivil toplum örgütleri bakımından da benzer bir durum var.

Peki, talepler? Anadilde eğitim, genel af (özellikle Öcalan’a ve PKK/KCK’lılara af), Anayasa’da Kürt kimliğinin ve anadilde eğitimin güvenceye alınması… Demokratik özerklik de var ama şimdilik çok kuvvetle vurgulanmıyor. Tepkilerin merkezinde ise “ulusalcılık”/”milliyetçilik”/“ulusalcılar” ve “ulus-devlet” ile Türkiye’nin ulus-devletleşme süreciyle tarihi hesaplaşma arzuları olduğu görülüyor. Bu tepkiler, Kürt siyasetinin ana eksenlerinden yapılan açıklamalarla örtüşen ezber ve klişelerden öteye gidemiyor. Örneğin Türkiye’de, asıl yükselen milliyetçiliğin “Kürt milliyetçiliği” olduğu saptamamıza, bunu bir olumsuzlama/suçlama olarak algılayarak önce sert tepki verdikten sonra, daha sakin bir tartışma ortamını sağlayınca, itirazlar geri çekiliyor veya azalıyor. Öte yandan, “ulus-devletlerin tarihsel rolü bitti” tarzındaki en az 10 yıl geride kalmış bir klişenin (ki bunu 17 Eylül Salı Akşamı Enver Aysever’in programına konuk olan İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel de terk etmemişti) aynı zamanda bir ulus-devlet düşmanlığı biçiminde tezahür etmesi ilginçtir.

Ulus-devleti tekçi bir ideolojik/siyasi zihniyetin uzantısı üniter yapılar olarak görünce, bunun aksi kutbunda daha yerelleşmeci, daha otonomist, daha federatif, çok kültürlü ve çok dilliliğe daha çok yer veren siyasi yapılar tasavvur edilmekte. Dünyanın en güçlü ulus-devletinin federatif yapıdaki ABD olduğu, Avrupa’nın en güçlü ulus-devletinin gene federal Almanya olduğu, üstelik bu iki ülkede de kendilerini seçilmiş uluslar sayan şoven milliyetçi güdülerin süregeldiğini anlama çabası görülmüyor. Ama tartışma ortamı oluşunca, bu dayanaksız siyasi konumlanmalarda ısrar da edilemiyor.

* * *

Bugünlerde İmralı üzerinden gelen yeni müzakere formatı talepleri, gündemi işgal etmiş durumda. “Diyalog sürecinden müzakere sürecine geçiş” talebinden anlaşılması gereken, Öcalan’ın daha doğrudan müzakere masasına oturma talepleridir. Bu noktaya gelinmesi, başından itibaren yanlış bir yol izlenmesiyle ilişkilidir. “Sürecin”, kapalı kapılar ardında, toplumdan ve toplumun seçilmiş temsilcilerinden gizlenerek-üstelik anamuhalefet partisinin açtığı krediye rağmen- yürütülmesi baştan beri çıkmaz sokaktı. İktidar partisinin dar bir kliğinin, MİT aracılığıyla, tek taraflı, siyasi sorumluluk almaktan kaçınarak sürdürdüğü bu “müzakere süreci”, siyasi meşruiyet temeline sahip değildir. Çözüm arayışı hukuk devleti ilke ve kurallarına göre yürütülmek zorundadır. Eğer bir “çözüm süreci” işleyecekse, bunun adresi TBMM’dir. (Kuşkusuz Meclis, iktidarın, hukuksuzluğa meşruiyet kazandırma veya başarısızlığa paydaş arama samimiyetsizliğinin aracı olarak da kullanılamaz). Kürt hareketinin Meclis’teki temsilcilerinin hareketin diğer unsurlarıyla istişare yapmasını da öngörebilirsiniz ama muhatabınız sadece Meclis’tir. Bu, iktidarın sürece siyasi sorumluluk alarak, yazılı taahhütlerde bulunarak girmesini ve kendisini de bağlamasını zorunlu tutar. Seçim hesaplarıyla yalpalamasını ve daha büyük hayal kırıklıkları üzerinden daha onarılmaz yaralar açmasını engeller.

İkincisi, Türkiye Kürt meselesini ülke sınırları içinde çözebilir. Sınır dışında çözüm aramak, emperyalizmin planlarına dahil olmaktır ve muhtemel sonucu bölgesel savaştır.

Üçüncüsü, ülkede demokrasi olmadan, bir bölgeye veya bir etnik topluluğa “demokratik çözüm” getirmek tasavvuru ham hayaldir, kalıcı bir sonuca ulaşması olanaksızdır. “Ver çözümü, al İslami despotizmi” türünden bir gayri ahlaki pazarlığın, toplumun büyük bölümü yanında Kürt hareketinin bir bölümünü de karşısına alacağı daha iyi anlaşılmıştır. Gezi Direnişleri bunu bir kez daha göstermiştir. Ülkede otokrasiye koşan bir iktidarla demokrasi oyunu ancak otokratik eğilimlere gözleri yummakla, 12 Eylül 2010 Referandumu’na pasif destek vermekle, düzmece iddianamelerle yargılananlar için çifte standart geliştirmekle, iktidarı yani süreci zayıflatacağı düşünülen olayları (Gezi) darbeci/ırkçı diye mahkum etmekle veya yeterince üzerine gitmemekle (Uludere) oynanabilir. Şimdi yeniden düşünme zamanıdır.