Şantaj ve tehdit politikası

İçerde ve dışarda iyice sıkışan İhvancı iktidarın şantaj ve tehdit politikalarını hiç olmadığı kadar kullanmaya başlaması sürpriz sayılmamalı. Ancak bu politikalara içeriden ve dışarıdan verilen tepkilerin farklı biçimlerde olmasına da şaşırmamak gerekir. Faşizmin sopası sınırlar ötesine uzanamadığı için, başkalarının sopasına muhatap kalınabilir. İçerdeki yargı ve kolluk sopalarının da aşırı kullanımdan ötürü aşınma sürecine girmesi an meselesi olabilir. Kuşkusuz bunu belirleyecek olan da, muhalefetin ortak bir direnci kararlılıkla yönetip yönetememesi ve iktidarın sopalı rejiminin meşruiyet sorununu toplumun gözüne sokup sokamaması olacak.

Erdoğan'ın AKP Genel Başkanı olarak yaptığı son Grup konuşması (4 Mart), baştan sona CHP Genel Başkanını hedef almaktaydı. Kullandığı hakaret ve tehdit sözcükleri, bırakın bir cumhurbaşkanının ağzında, şimdiye kadar Türkiye siyasetinde genel başkan düzeyinde hiçbir siyasetçide görülmemiş düzeydeydi. Bu konuşma, aynı zamanda yeni bir bölme, bir kışkırtma konuşmasıydı; Kabataş kışkırtmasından aşağı kalır yanı yoktu. Anamuhalefet liderine yönelik yeni saldırıların tetiklendiğini hissetmemek mümkün değildi. İşaret fişeği yakılmıştı. Muhtemelen Kılıçdaroğlu'nun katıldığı ilk şehit cenazesi böyle bir provokasyonun ilk sınanacağı yer olurdu. Ama o kadar beklemek gerekmedi; aynı gün bir CHP Grup Başkan Vekili'nin Meclis'teki basın toplantısında RTE'ye aynı sözcüklerle yanıt vermesi üzerine TBMM Genel Kurulu'nda kendini Reislerine ispatlamak isteyen AKP'lilerin laf atmalarıyla kısa sürede büyük bir saldırının fitili ateşlenecekti.

Peki RTE'deki bu aşırı celallenmenin nedeni neydi? CHP'nin ve Kılıçdaroğlu'nun Suriye/İdlib konusundaki muhalefet tarzının toplumda ciddi bir karşılık bulmasından duyulan aşırı rahatsızlık ve öfkeydi. "Diğer muhalefet partileri gibi destek veremiyorsan bari sükut et" şeklindeki ayar verme ifadeleri, milliyetçi hamasette bile bütün muhalefeti arkasına takamamanın sıkıntısını yansıtıyordu. Ancak 5 Mart Moskova görüşmeleri, bu celallenmenin bir başka sebebi daha olduğunu gösterecekti: 4 Mart konuşmasının sert içeriği, aynı zamanda, İdlib konusunda Rusya ve Suriye Arap Cumhuriyeti'ne (SAC) ertesi gün verilecek tavizlerin ön hazırlığıydı. 

İdlib konusunda haftalardır sürdürülen "sert adam" imgesi, "Soçi sınırlarına dönülmezse boyunlar üzerindeki kafalar yerinde kalmayabilir" tarzında kof tehditler -ABD, NATO ve AB'den ciddi bir askeri/mali destek gelmeyeceğinin anlaşılması üzerine- Moskova'da imzalanan yeni mutabakat metninin içeriğinde eriyip gitmiş, küçümseyici "rejim" ifadesi yerine hukuki ve siyasi bir terim olarak "Suriye Arap Cumhuriyeti" geçmiş ve toprak bütünlüğü yanında SAC'ın Suriye topraklarındaki egemenliği de metne girmişti. SAC'ın İdlib'de elde ettiği mevziler tescillenmiş, üstelik M4 ve M5'in terörist unsurlardan temizlenmesi, M5'in Rusya/Suriye denetiminde, M4'ün Rusya/Türkiye denetiminde açık tutulması güvenceye alınmış, HTŞ dahil terörist unsurlara karşı mücadeleyi Türkiye tarafı da kabullenmek zorunda kalmıştı. 

Üstelik, bu buluşmada simgesel aşağılanmalar da sineye çekilmişti. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Çarlık ordusu İstanbul'a kadar gelmiş ve 1878'de Ayestefanos (Yeşilköy) anlaşmasıyla Osmanlı Devleti ağır bir hezimete uğramıştı. Bu tarihsel momentumu hatırlatan kimi tablo ve heykelciklerin Erdoğan-Putin buluşmasında gözlere sokulacak denli sergilenmesi, diplomatik teamüllere uymayacak şekilde RTE ve heyetinin 2 dakika boyunca bekletilmesi ağır simgesel mesajlardı. (Bu bekletilme AKP iktidarınca belki sorun olarak görülmeyebilirdi; ancak bunun Rus medyasına kasıtlı olarak servis edilmesi, oradan da Türkiye medyasına yansıması, içerdeki karizmayı iyice çizdiren bir işlev görecekti. Muhtemelen artık başka sonuçları da olacaktır).

SIĞINMACILARI SİLAH OLARAK KULLANMAK

Sığınmacıları ve umutlarını silah olarak kullanarak onların Edirne sınırlarına yığdırılmasının arkasındaki mantık da çok farklı değildi: AB'yi (özellikle Almanya'yı) sıkıştırarak Rusya üzerinde siyasi baskı kurulmasının sağlanması ve böylece İdlib'de hiç olmazsa bir güvenli bölge kurulmasının kolaylaştırılması ve buralarda yerleşim yerleri inşasının finansmanının sağlanması hayali veya köylü kurnazlığıydı bu. Bunun ciddi devlet yönetimlerinde yeri yoktur; çünkü şantaja maruz kalan devletler, hele de AB gibi büyük bir ekonomik entegrasyonun parçası olanlar, bu yöntemlere ödün veren konumuna düşmezler. Bu politikalar, olsa olsa, şantaj yapanların güvenilmez siyasetçi imgesini pekiştirmeye yarar ve ne yazık ki temsil ettikleri toplumlara da haketmedikleri bir irtifa kaybı yaşatır. 

Aslında daha başlangıçtan itibaren, Türkiye'ye bu kadar sığınmacının kabul edilmesi bile dış dünyaya karşı kullanılabilecek bir koz olarak düşünülmüştü. "Şartlı mülteciler" kullanılarak "Esad rejimi"nin şer iktidarı olarak lanetlenmesi amaçlanmış, bu gerekçeyle Batı'dan daha fazla siyasi, askeri, mali destek aranmış ve Türkiye kontrolünde Suriye topraklarında güvenli bölgeler inşası için gerekçeler üretilmek istenmişti.

Daha sonra "Geri Kabul Anlaşması" (GKA) ile yeni bir akçalı ve siyasi pazarlık kapısı açılmıştı. Erdoğan Hükümetinin 16.12.2013 tarihinde imzaladığı ve uygun bulunması için Ocak 2014'te TBMM'ye sunduğu, Şubat'ta Komisyonlarda görüşülmeye başlanan bu GKA, 25.6.2014 tarih ve 6547 sayılı Kanunla uygun bulunmuş ve onaylanması Bakanlar Kurulunca 21.7.2014 tarihinde kararlaştırılmıştı. Daha baştan "defolu" olan bu anlaşmayla, takvimi saptanmış bir üyelik süreci çalıştırılmadan, üstelik hiçbir garantisi olmayan ve bir takvime bile bağlanmayan bir sözde "serbest dolaşım" hakkı" ve zımnen içerilen 3+3 milyar Avroluk mali destekler karşılığında, Türkiye'nin bir "hendek ülke" statüsünü kabullenmesini öngörüyordu. Bu anlaşma, tıpkı Gümrük Birliği düzenlemesi gibi, Türkiye'nin "imtiyazlı ortaklık" statüsüne razı edilmesinin de yeni bir adımıydı. AB tarafı, başlatılan "Vize Serbestisi Diyaloğu" (VSD) sonucunda "serbestinin oluşturacağı göç AB'yi kaygılandırdığı için bir GKA imzalanmıştır" bahanesi arkasına sığınmakta, bu arada VSD sürecini uzatma ve erteletme hakkını da elinde tutmaktaydı. "Vize muafiyeti" yerine (sonuçta bazı gruplara kısmi muafiyetler sağlamakla sınırlı tutulabilecek) "vizede işbirliği" gibi muğlak terimleri de Türkiye'ye kabul ettirmiş oluyordu. 

Üstelik GKA, düzensiz göçmenlerin gecikmeksizin sınırdışı edilmelerine yönelik düzenlemeler içerdiği için BM'nin "Göçmen İşçiler ve Aile Fertlerinin İnsan Haklarının Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme"nin 22. maddesiyle de çelişmekteydi. Daha vahimi, bu anlaşmaya göre Türkiye, "iadeyi talep eden üye devletin ülkesine girme, ülkesinde bulunma ve ikamet etmeye ilişkin yürürlükte olan koşulları sağlayamayan veya artık sağlamayamayan kişilerin Türk vatandaşı olduğunun kanıtlanması durumunda, vatandaşını geri almayı kabul eder" hükmüne imza attığı için, bir AB ülkesinde düzenli göçmen kimliğiyle ikamet eden vatandaşlarını, hatta TC kimlikli 2., 3. kuşak göçmenlerin bile iadesini kabullenmiş olmaktaydı.

AB Komisyonunda GKA'na mualefet şerhini yazmış biri olarak şunu söyleyebilirim ki, Komisyonun AKP'li üyeleri, bu anlaşmaya akılları tam yatmasa da, tam bir sürü mantığıyla hiçbir haklı eleştiriyi kabule yanaşmamışlardı. Aynı AKP kafası, GKA'nın bizdeki nihai onaylanmasından (21.7.2014) tam 5 yıl sonra 22.7.2019 tarihinde bu anlaşmayı askıya aldığını duyuracaktı. Mesele, bu askıya alma hamlesiyle yeni bir şantaj politikasını devreye sokmaktı. Nitekim bu tarihten sonra "sınırları açarım ha" tehditlerinin sıklığı artacak ve nihayet İdlib meselesine paralel olarak Şubat 2020'de geniş bir provası başlatılacaktı. Osmanlı'nın göçebe Türkmenleri savaşın öncü kuvvetleri olarak kırdırması gibi, AKP iktidarı da "şartlı mültecileri" karda-kışta bir baskı unsuru olarak kullanmaktan çekinmeyecekti. AB desteğini arkasına alan Yunanistan Hükümeti tarafından BM sözleşmelerine tamamen aykırı gaddarlık gösterileri de benzer bir insanlık dışı tutumun dışa vurumuydu. Bereket Yunan sosyalist ve komünistleri bu vicdansızlıklara karşı seslerini yükselterek, sorumlulukların halklara ait olmadığını haykırmışlardı.

SONUÇ

Şantaj ve tehdit politikasının dışardan da mukabil tehditlerle karşılanması, RTE iktidarının alışık olduğu bir durum değildi. Böylece gözler yeniden iç tehditlere/ baskılara çevrilmişti. Barışlar'ın, ardından da Murat Ağırel'in (Hülya Kılınç ve diğer iki gazetecinin) FETÖ'cü yöntemlerle peşpeşe tutuklanmalarının başka bir anlamı yoktu. Gerçekleri yazanların, iktidarın ve tarikat ilişkilerinin kirli foyalarını açığa çıkaranların derhal susturulması gerekiyordu.

Bütün bunlar, Batı'nın hoşgörülü desteğini yıllarca arkasında hisseden siyasal İslamcı iktidarın adeta hazin finali gibidir. Bir bakıma kendi kendini imha sürecidir. AKP düzeni buradan sonuç alamayacaktır; olsa olsa siyasal İslamcı rejiminin dünya çapında bir nefret nesnesine dönüşmesinde yeni bir sıçramaya neden olacaktır. Bu arada dünyada İslam düşmanı faşist hareketlerin palazlanması için yeni bir bahane oluşturması da cabası olacaktır. 

Siyasal İslamcı iktidarın kendisiyle birlikte ülkeyi ve toplumu da aşağıya doğru serbest düşüşe zorlamasının önüne geçmek gerekir. Muhalefet bunun için vardır.