Otokrasi nasıl yerleşir?

İlkönce kestirmeden ve tersten bir yanıt: Silahlı kuvvetlerin desteğini almadan yerleşmez veya tam yerleşemez. Peki bugünkü otokrasi heveslileri bu desteği alıyorlar mı? Bir süredir evet. İki nedenle: (i) Sindirme operasyonunun etkileri sürdüğü için; (ii) İç ve dış savaş ortamında sivil-asker işbirliği sağlandığı için.  Ama destek/işbirliği nereye kadar sürebilir? Bu konuda dış ve iç etkenler/gelişmeler belirleyici olacak.

Sermayenin belirleyiciliğini tartışmıyoruz. Orada sınıfsal pozisyonlar net: Emekçi sınıfların 1970'lerde doruğuna çıkan mücadele pratiği ortamına dönülmemesi için ne kadar otoriterlik gerekiyorsa o kadarı olmalı. (1980'lerde en sert olanı denenmişti). Kitlelerin afyonlanması için ne kadar dinci muhafazakarlık aşılanması gerekiyorsa o kadarı da şart. (2008'e kadar -hatta dışarıda 2011'e kadar- Erdoğan ne kadar da demokrasi kahramanı olarak pazarlanıyordu değil mi? Son olarak İnsan Hakları İzleme Örgütü İcra Direktörü de hâlâ "AKP'nin ilk 5-6 yıllık insan hakları karnesi genel olarak olumluydu" diyebiliyor: Cumhuriyet, 31.12.2016).

Gerçi otokrata itaat etmeyenlerin "hain" olarak damgalandığı, hukukun ayaklar altına alındığı yeni aşamayı artık herkesin midesinin kaldırması beklenemez. Otokratın ölçüyü "biraz" kaçırdığını düşünen iç ve dış çevreler açısından, aynı zihniyetinin daha "söz dinler", dış politikada daha öngörülebilir şahsiyetlerine yatırım yapılmak isteneceği aşikar. (Anamuhalefetin dahi farklı bir senaryosu yok gibi). Peki ama, sermayenin hukuksal güvencelerine, serbest birikim rejimine, emperyalizmin çıkarlarına genel bir tehdit oluşturmadığı sürece bu çevreler otokrasinin önünü hangi dinamikle kesmeye yeltenebilecek?

Kaldı ki, Türkiye'yi hatta bölgeyi aşan bir otoriterleşme dalgasının içinden geçtiğimizi de unutmamak gerek. Kapitalizmin kendini yeniden üretmesinde tıkanıklıklar belirince, krizlerin çapı ve süresi alışıldıkların ötesine geçmeye, yönetilebilir olmanın dışına çıkmaya başlayınca, burjuva demokrasisi ile kapitalizmin "doğal ve ayrılmaz" gibi görünen evliliğinin hızlı bir yol ayrımına gelmesi kaçınılmaz. 20. yüzyıl bunun örnekleriyle dolu. Şimdi 21. yüzyılın örnekleri birikmeye başladı. 11 Eylül 2001 sonrası ABD'nin baskıcı "Patriot Act"ı; 2004'te Almanya'nın 1933 Nazi artığı "şüphe üzerine tutuklama" düzenlemesi; daha yenilerde 13 Kasım 2015 sonrası Fransa'sının güvenlikçi düzenlemeleri yeterince öğretici. "Sosyalist Parti" Hükümeti, henüz 16 Kasım'da, Fransız doğmuş ama çifte vatandaşlığa sahip yurttaşlarının (ki bunlar genellikle Müslüman kökenlilerdir) vatandaşlıktan atılabilmesi için bir anayasa değişikliği tasarısı hazırladı. 20 Kasım 2015'te ise, Cezayir Savaşı sırasında -3 Nisan 1955'te- yetkiyi askerlere bırakmamak için sıkıyönetim yerine çıkarılmış "acil durum yasası"nı tekrar canlandırıp "eylem" yerine "davranışı" bir tehdit unsuru olarak tanımladı.  (Bu size Türkiye'de 7-8 Ekim 2014 olayları bahanesiyle getirilen İç Güvenlik düzenlemesinin "önleme/tehlike yakalaması" tedbirlerini veya Güneydoğu'da halen sıkıyönetim yerine uyduruk "valiyönetim" uygulamasını anımsatmıyor mu?). Başbakan Valls, Anayasa'ya aykırı olan bu yasa için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmamasını Senatörlerden rica ederken, alınan önlemlerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nden bir sapma olduğunu bildikleri için de Avrupa Konseyi'ne  başvuruyordu. (J.J. Gardini, "Vers un état d'exception permanent", Le Monde Diplomatique, Ocak 2016). Ayrıca artık sağcı Danimarka'nın sığınmacıların birikimlerine göz diken ırkçı yasasına veya AB çevresinden Macaristan ve Polonya'nın sağcı hükümetlerinin uygulamalarına bakabilirsiniz.

AKP muhipleri gene sahnede

Belki tekrar olacak ama, Sol Haber Portalı'nın Başkanlık Dosyasına verdiğimiz yazıda söylediğimiz gibi, Erdoğan'ın siyasal yapıyı Başkanlık sistemi doğrultusunda zorlaması, "hem temsilcisi olduğu siyasi hareketin İslami temelde yeni bir rejim inşasının daha otoriter bir yapıyı gerekli kılması, hem de kişisel gücünü sürdürebilmek için buna gereksinim duyması nedeniyledir".

Ama Erdoğan'ın/ AKP'nin başkanlık sistemini ve sonuçta kuvvetler birliğini dayatmasını "siyaseti iyi yönetemenin bir çaresi olarak 'Türk tipi başkanlık sistemi' adı altında daha da otoriter bir rejim kurmak" (Nuray Mert, Cumhuriyet, 22 Ocak 2016) olarak gören naifler hala aramızda yaşıyorlar. Siyaset biliminin doğru öncüller ve sağlam karineler temelinde yaptığı tahlili/öngörüyü (örneğimizde AKP'nin ta başından beri dinci otoriter bir rejim inşasını hedeflediğini), "niyet okuma" olarak karalayan ve AKP'ye uzun süre kredi açarak destek olanların, bugünkü otoriter rejim dayatmalarını sadece "siyaseti iyi yönetememenin bir çaresi" olarak "tahlil etmelerine" belki de şaşırmamak gerekiyor. Aksi durumda, kendi eski analizlerini sorgulamaları gerekecekti çünkü. Nitekim, AKP otoriterliğine hemen bir ikiz ("Kemalist otoriterlik": N. Mert, Cumhuriyet, 29 Ocak 2016) bulunmalı ki, "maalesef bu ülkede iki tür otoriterlik geleneğinin dışına çıkamadık" (ibid) eşleştirmesi yapılarak  hem AKP otokrasisi sulandırılsın hem de 'hep haklıyız' çizgisi korunarak eskinin AKP muhipliğine, Ergenekon kumpası savunuculuğuna hoşgörü zemini yaratılsın. (AKP'nin doğrudan ideologları da zaten bu zeminlerde oynamıyor mu?).

Sonu demokrasiye açılan aydınlanmacı despotizm ile sonu İslamcı faşizme açılan karanlığın otokrasisini eşitleyerek tarihi dümdüz eden bu "açıklama" biçimi kuşkusuz tekil bir örnek değil. Murat Belge 34. Abant Platformu toplantısından destek atıyor: "Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, devletinin gözetiminde medeniyete yol alacak ama devletine itaat edecek bir toplum tasarlanmış. Böyle bir tarihten gelen toplumun kendi kendine bir demokratik siyasi gelenek yaratması çok zor". (Cumhuriyet Gazetesi de, 31 Ocak 2016 nüshasında, sanki bu yorumun üzerine atlayarak haberleştirmiş). Tarihi dümdüz etmek dedik; sanki ayrıca bu ülkede 1950'ler, 60'lar, 70'ler hiç yaşanmamış, 1971 darbesine rağmen kitleler başkaldırıya yönelmemiş; sonra da 1980'lerde önce askeri faşizmin silindirinden/ sonra Özal'ın neo-liberal alternatifsizliğinden, 1990'larda başlayıp AKP ile doruğuna çıkan dinci koşullandırmaların tezgahından geçmemiş, buna rağmen Gezi itaatsizliğini gerçekleştirmemiş gibi...

***

Son bir gönderme de Cumhuriyet Gazetesi'nin kafası (ve iç dengeleri) karışık çizgisine. Bir zamanlar Ergenekon kumpası başladığında buna destek çıkan, ama tutuklamalar İlhan Selçuk ve Mustafa Balbay'a uzandığında "Ergenekon'u sulandırdılar" diyenlerin de yer aldığı Cumhuriyet kadrolarına daha sonra liberal cenahtan, AKP'ye uzun süre kredi açmışlardan ve "yetmez ama evetçi" taifeden yapılan transferlerin (bunları genelde hiç okumuyorum) bugün oluşturmaya çalıştıkları "yeni Cumhuriyet" çizgisi, bir iç tutarlılık sorunuyla karşı karşıya. Bereket omurgasız liberallerle kıyaslanamayacak aklı başında  Cumhuriyet yazarları hâlâ var da okur kitlesi -giderek seyrelse dahi- gazetesine destekte direnmekte. Bu direnme bugün kuşkusuz Can Dündar ve Erdem Gül dayanışmasıyla da besleniyor. Peki ya sonra?