Muhasebe

Başlangıçta, 2002-2007 arasında yaşanan iki partili parlamento döneminde, yüzde 34 oyla Meclis’te 366 milletvekiline yani yüzde 66’lık bir temsile ulaşan bir iktidar vardı. Ancak sistemde cumhuriyet kurumlarının belirli denge-fren düzenekleri çalışmakta olduğundan, parlamentodaki ezici üstünlüğüne rağmen AKP’nin “parti-devlet aşaması”na geçebilecek gücü henüz yoktu.
Yüksek yargı ve cumhurbaşkanlığı kurumları, HSYK’da ve adli yargıda hala varlığını sürdüren dengeler, TSK’nın henüz havlu atmamış olması, cumhuriyetçi kitlelerin gelecek umutlarının ve tepkilerinin canlı olması AKP’yi sınırlayan etkenlerdi. Medyanın büyük bölümünün, tarikatların ve Gülen Cemaati’nin tamamının, gönüllü/ücretli sözcülüğünü yapan çok sayıda liberalin aktif desteğini almasına, AB ve ABD’nin tam desteğini yanında görmesine rağmen, AKP henüz 2007 sonrasındaki kadar kendinden emin değildi.
2007’de Büyükanıt’ın e-mektubunun ters tepmesi, Gül’ün Meclis’te genel seçimler öncesinde seçilmesinin Anayasa Mahkeme(AYM)’nin kararıyla engellenmesi, bu “yaratılmış mağduriyetler” ardından girilen 22 Temmuz Genel Seçimlerinin AKP’nin yüzde 46,5’luk zaferiyle sonuçlanması, kısa süre sonra da Ağustos’ta Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin sağlanması, denklemi bütünüyle değiştiriyordu.
Anayasa Mahkemesinin ve Cumhurbaşkanı Sezer’in yasama sürecinde AKP’nin Anayasaya aykırı aşırılıklarına verdiği fren ve denge ayarları 2007 sonrasında tamamen silinmiş, yerini AKP’li bir cumhurbaşkanının noterlik icraatına bırakmıştı. Bu bakımdan 2007’de yeni Cumhurbaşkanının seçimi bir mihenk taşı olmuş, bundan sonra muhalefetin etkisi de kontrol altında tutulabilmiştir.
AKP’nin kapatılması davasının, “laiklik karşıtı uygulamaların odağı olmak” hükmüne rağmen Haşim Kılıç sigortasıyla para cezasıyla atlatılması bir başka dönüm noktası olmuş ve AKP’nin kendisine tehdit olarak gördüğü yargı kurumlarına dönük kapsamlı eylemini içte ve dışta meşrulaştırma çabalarına dayanak oluşturmuştur.
Cumhuriyet kurumlarını yıkma ve tepki gösterenleri yıldırma işi, 2007 sonrasında çalıştırılmaya başlayan AKP’nin özel yetkili mahkemeleriyle de sürdürülmüştür. Cemaatin koçbaşı olarak sahneye sürüldüğü bu karşı-devrim mahkemeleri, 2007’de Cumhuriyet mitingleri üzerinden kitlelerin sokağa taşmasına, AKP’ye kapatma davası açılmasına “cüret” edilmesine, AKP’nin cumhurbaşkanlığını istediği adayla ele geçirmesine direnilmesine karşı bir yanıt olduğu gibi, asıl çekinilen güç olan TSK’ya karşı “kumpas” kurulmasının da dış destekli zeminini oluşturmuştur.
HSYK’nın ve yüksek yargının AYM, Danıştay ve Yargıtay ayaklarıyla ele geçirilmesi için “Batı”nın hoşuna gidecek bir kalıba dökülen 12 Eylül 2010 anayasa değişiklikleri referandumu, yeni bir dönüm noktasını oluşturacaktır. 2011 genel seçimlerinin yüksek yüzdeli zaferiyle pekiştirilen bu süreç, AKP’nin artık dizginlenemez bir platoya yerleşmesi anlamına gelecektir. Cumhuriyet kurumlarının artık tasfiye edildiğine kanaat getirildiği andan itibaren ise yeni kurulacak rejimin sac ayaklarını oluşturma işi gündeme gelecek ve bu andan itibaren de iktidar koalisyonu kendi içinden parçalanmaya başlayacaktır. Dinci sağın koalisyonu, eski yapının muhalefetini tehdit olarak gördüğü sürece birlikte davranmaktaydı şimdi artık herbir ortak kendi etki alanını/kendi dilimini büyütme kavgası verebilirdi.
Böylece tam “her şeyi, her mevziyi ele geçirdik” derken, şiddeti giderek artan bir koalisyon içi kavga peydahlanıyordu. Bu kavga sürerken, kitleler olanca gücüyle (1 Mayıs 2013’te ve 31 Mayıs-Haziran 2013’te) sahneye çıkıyor ve AKP’nin “hakim-i mutlak” iktidar anlayışına yeni bir “dur” ihtarı çekiyordu. Buna, 17 Aralık operasyonuyla AKP Hükümetinin ve Başbakanın kirli çamaşırlarının kamuoyu önüne dükülmesiyle yeni bir sayfa ekleniyordu.
Başbakana kadar uzandığı için dört bakanın fedasını zorunlu kılan bu yolsuzluk operasyonu, Gezi Direnişi’ndeki halk tepkileriyle de birleştiğinde, AKP açısından totaliter rejim arayışlarında bir duraklamaya değil tam tersine bir hızlanmaya ihtiyaç olduğu sonucunu veriyordu. AKP yönetiminin bu tehditlere karşı uzlaşmacı bir tutum takınma şansı yoktu çünkü bu “yumuşama” seçeneği, sonu Yüce Divanda bitecek bir sürecin başlatıcısı olacaktı.
Bu nedenle AKP’nin dört bakan hakkında bir Meclis Soruşturması açılması önergesi vermeye mecbur kalmasını ve bunun 5 Mayıs’ta Meclis’te kabul edilmesini, AKP’nin bir geri adımı olarak değil, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuna kadar zaman kazanmak, Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçlarına göre de mümkünse bu bakanların aklanmalarını veya en azından işi RTE’ye bulaştırmadan geçiştirmeyi sağlamak üzerine bir siyasi oyun olarak görmek mümkündür.
Ama kitleler bu oyunu bozabilecek güce sahiptir. Bunu göreceğiz.