Medya da tamam, sıradaki?

İktidar partisi bütün koşulları lehine dönüştürerek ilerlemek istiyor. Bu, kendine güvenden kaynaklanmıyor. Tam tersine: Korkularını besleyen yeni bir 7 Haziran kâbusundan kurtulamamaktan kaynaklanıyor. Kâbus ise, "ya zafer ya yok oluş" ikilemine sıkışmışlıktan ileri geliyor. Söz konusu olan sıradan bir sistem partisi değil; rejim yıkıcı-rejim kurucu olma iddiasındaki bir parti. Dolayısıyla demokratik bir parlamenter sisteme içkin bir siyasal devir-teslim (alternance/alternation) olgusuna tamamen yabancı. Bunu belediyelerde bile zor kabulleniyor.

Medyadaki cılız eleştirilerin veya görece nesnel haberlerin bile susturulmasına ihtiyaç duyması bu yüzden. Oluşturmaya giriştiği dinci toplum projesinin, otokratik bir yönetim sistemi olmaksızın, bunun için askeriyeyi biat ettirmeksizin gerçekleşme olanağı yok. Bu nedenle, bunun meşruiyetini sürekli üretmesi gerekiyor: İçerde başarısız darbe girişimi bahanesi, içerde ve dışarda "terörizme karşı savaş" gerekçesi, gerekirse de "iç savaş"... Ancak her şeye rağmen bunlardan gerçekleşen ilk ikisinin toplum gözünde siyasi aşınmanın çaresini oluşturamadığı görülüyor. Öyle görülüyor olmasa işi bu kadar sıkı tutma gereği duyulmazdı.

Aslına bakılırsa, seçim kurullarının ve YSK'nın teslim alınması, seçim sistemine dönük bütün demokrasi-dışı önlemler, ilk aşamaydı. Sandık kurullarının yeni yapısı, özellikle sandık başkanlarının iktidarın memurlarına dönüştürülmesi, aynı binada/sitede oturanların aynı sandıklarda oy kullanmasının engellenmesi, böylece milyonlarca gönüllü denetçiyi temsil eden seçmen kitlesinin ayrıştırılması, daha önceden parmak boyasının kaldırılmasının bir uzantısı olarak mühürsüz oy pusulalarının hukuken geçerli sayılması, güvenlik güçlerinin oy kullanma mahallerine herhangi birinin talebi üzerine girebilecek olmaları, sandık birleştirmelerinin idari kararlara bırakılması gibi düzenlemeler, seçimleri iktidar adına garanti etmenin düzenekleri olarak sahneye sürüldü. (AGİTPA üyesi olarak Sovyetler Birliği'nin dağılması üzerine kurulmuş birçok ülkede 2007-2011 döneminde seçim denetmenliği yaptım: Gürcistan'da, Ukrayna'da (2 kez), Moldova'da, Makedonya'da, Belarus'ta... Seçimlerin demokratik örgütlenmesi genelde oldukça iyiydi. Bunlardan sadece birinde, Belarus'ta, tek bir nedenle seçimler şaibeli olmuştu; o tek neden de, sandık başkanlarının iktidarın doğrudan temsilcisi olmalarından ve verilen talimatları uygulamalarından ibaretti; şimdi Türkiye'de bunun çok daha fazlası örgütlenmiş durumda).

Medyanın teslim alınması aşaması ise 2003'ten beri süren bir süreç. Şimdilik son halkası Doğan grubuydu. Ama medya ile yetinilemezdi kuşkusuz. İzleyen aşama, seçimlerdeki siyasi rakiplerin elenmesiydi. Dokunulmazlıkların kaldırılması bunun için kaldıraç görevi gördü, HDP'lilerin cezaevlerine atılmasıyla sonuçlandı. Sırada, MHP'den kopanların kurduğu İYİ Parti'nin olması kaçınılmazdı.

Bu nedenle İYİ Parti'nin seçime girmesinin engellenmesi, bunun için gerekirse hukuk dışı yolların da kullanılması şart görülüyor. İYİ Parti'nin olağanüstü kongresinin Halk TV ve TELE 1 dışında görsel medyanın canlı yayınlarında yer bulmaması da bu nedenle. Burada medyanın bütünüyle iktidar yandaşı yapılmasının etkileri açıkça görülüyor. Birşey daha: İYİ Parti kurulmamış olsaydı, yani milliyetçi sağ ikiye bölünmemiş ve muhalefeti seçen kolu iktidar partisi seçmenine hitap etmeye yönelmemiş olsaydı, 2019'un siyasi dengeleri şimdiden iktidar lehine oluşmuş ve seçim sonuçları adeta peşinen ilan edilmiş olacaktı. Dolayısıyla şimdiye kadar İYİ Parti'nin 2019 gündeminden çıkartılabilmesi için uygulanan engelleme biçimleri, bundan sonra denenecekler yanında hafif bile kalabilir.

***

Peki, Doğan Medya grubu bu kadar kritik miydi, zaten büyük ölçüde iktidara biat etmemiş miydi denilebilir. İktidar gözlüğünden bakarsanız, tam kendisinden olmayan her medya birimi, her toplumsal güç unsuru (parti, demokratik kitle örgütü, dernek, vakıf, platform, vb.) potansiyel bir tehdittir. Aslına bakarsanız, uzun erimde buna NTV de girecektir, İslamist olmayan diğer medya birimleri de, İslamist olup da iktidardan yana olmayanlar da, şimdi Doğan Medya grubunu teslim alanlar da...

Doğan Medya'nın satılmasını önemsiz görmüyor olsanız da, büyük sermayenin medya sahipliği aracılığıyla bir demokrasi, bir özgür medya mücadelesi içinde olabileceği gibi safiyane bir düşünce ile aranıza mutlaka açık bir mesafe koymalısınız. Başka ticari faaliyetleri yanında bir de medya sahipliğini kullanan büyük sermayenin böyle bir hedefi hiç olmadı. İktidarın gücünün dengelenebildiği siyasi ortamlarda, özellikle koalisyon dönemlerinde, medya gücünü kullanabilen sermayedar kullanamayana göre birkaç adım önde oluyordu. Bu nedenle 1990'larda en heves edilen işlerin başında geldi medya sahipliği. Buna dinci medya da eklendi.

AKP, 2007'ye kadarki ilk döneminde, hiçbir iktidara nasip olmayacak yaygınlıkta bir medya desteği gördü. Sermaye medyası ile tam bir al gülüm-ver gülüm ilişkisi içindeydi. Doğan Medya Grubu iktidarın tam gövde arkasındaydı. Böylece işlerini büyütmenin yollarını buluyordu. Eşyanın tabiatı/sermayenin doğası gereği, bir talana dönüşmüş olan özelleştirmelerin katıksız savunucusu ve faydalanıcısıydı. Eylül 2005'te TMSF eliyle satılan Star TV'yi alırken medyada tekel konumuna yükselmesi, iktidarın hoşgörüsüyle gerçekleşiyordu. Tekel'in özelleştirilmesi sürecindeki bir düzenlemenin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından çok sağlam gerekçelerle veto edilmesi, Milliyet'te manşetten, Hürriyet'te de genel yayın yönetmeni Özkök'ün köşesinden, '"Ve Sezer tüy dikti" veciz (!) ifadeleriyle acımasızca saldırıya uğruyordu. Liberallerin toplandığı Doğan'ın Radikal Gazetesi'nin AKP'nin yükselişinde oynadığı ideolojik rolü de azımsamamak gerekir. Buradan yapılan salvo atışlarının hedefinde iktidardan çok muhalefet (özellikle CHP ve Kemalizm) bulunmaktaydı.

Evet 2007 sonrasında -çıkar ilişkileri nedeniyle- aralar açılmıştı. Bu süreçte Aydın Doğan ana muhalefetin yönetimini dizayn etmeye daha fazla öncelik vermeye başlamıştı. Bu geri çekilmeye rağmen izleyen süreçte astronomik vergi cezalarının gelişini önleyemedi ve bu defa iktidara biat edişi güzellikle değil vergi sopasıyla sağlanmış oldu. Son yıllarda artık yelkenler iyice suya indirilmişti. Ama, tekrar başa dönersek, bu kadarı da yeterli olamazdı. Bu nedenle de Aydın Doğan'ın medya sektöründen çekilmesi gene de yeni bir sayfanın açılması anlamındadır: Azgın liberalliğin yerini liberalizmi de içeren başka bir azgınlık almaktadır ve bu, medyamıza, onu yekpare hale getiren yeni bir veçhe kazandırmaktadır.

***

Geçen hafta burada Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek'in bir konuşmasından bölümler aktarmıştık. Şimşek, aslında dünyadaki ekonomik bozulmaya dikkati çekerken konuyu Türkiye'deki mali kırılganlığa da getiriyordu. Ama zamanlaması pek yanlış olmuştu. Göklere çıkarılacak bir şişirilmiş büyüme oranının açıklanmasından bir gün önce bu pozisyonu alması, Reis'e göre, ayağına kurşun sıkmaktan farksızdı. "İnanmıyorsan, biz bu işe inananlarla yolumuza devam ederiz" diyor ve Pendik İlçe Kongresi'nde bakanını yuhalatabiliyordu. (Gerçi tıpkı faizleri indirmedeki iktidarsızlığı gibi, uluslararası finans kapitalin kabinedeki son temsilcisi olan Bakanını da yıllardır azledemiyordu).

Bizim varmak istediğimiz yer başka: Medyanın neredeyse tamamına el koyan, yargıyı arka bahçesi yapan bir iktidarın, Hükümetin emrindeki kurumların yöneticilerine istediğini yaptırması zor mudur? Ya da başka türlü davranabilir mi? Bakanını azarlayan ve yuhalanmasına neden olan bir zihniyet, doğrudan emrindeki TÜİK'i boş bırakabilir mi? Korkut Boratav Hoca'nın geçen Cuma günü Sol Portal'daki yazısındaki uyarıları yeterince açıktır.

TÜİK'in tutarsız verileri bugün bağımsız iktisatçıların işlerini zorlaştırıyor olabilir, ama yakın bir zamanda TÜİK'in kendi ayağının da bu tutarsız verilere dolanacağından ve bir istatistik kurumu için en kötü sıfatı, "güvenilmez" sıfatını boynuna takacağından kaygı duyarız.