Laiklik mi laiklikler mi?

Meclis başkanının, laiklik kavramını içermeyen, hatta dine göre tanımlanan bir "dini anayasa" tarif etmesi, toplumun laikliği içselleştirmiş kesimlerini ayağa kaldırdı. İktidar kanadından taktiksel geri adımlar gecikmedi. AKP sözcüsü Ömer Çelik, "biz militan laiklik yani dayatmacı anlayışın karşısındayız; laikliği bir toplumsal hakemlik kurumu olarak görüyoruz; bizim anayasa metnimizde laikliğin olmayacağı gibi herhangi bir yorum ya da değerlendirme söz konusu değildir; dini anayasa veya din dışı anayasa diye bir kavram olmaz" (Cumhuriyet, 27.04.2016) açıklamasını yaptı ve böylece, "din dışı anayasa olmaz" diyerek asıl niyeti de teyit etmiş oldu. Meclis başkanına daha doğrudan bir destek, aralarında Türgev ve Ensar vakıflarının da olduğu 150 iktidar yanlısı kuruluşun oluşturduğu Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı'ndan "Bizim toplumumuzda laiklik ilkesine ihtiyaç olmamıştır. Laiklik Avrupa'da kilise hegemonyasına karşı ortaya çıkmış bir kavramdır" sözleriyle geldi.

"Militan laiklik" pasını alan liberaller de "özgürlükçü laiklik" üzerinden tartışmaya girdiler ve "hesaplaşmayı" bitiremedikleri "kemalist resmi ideoloji" saplantılarından hareket ederek iktidara dolaylı destek atmış oldular. (Bu yaklaşımın iyi bir eleştirisini Yrd. Doç. Cangül Örnek 8 Mayıs 2016 tarihli BirGün Pazar Eki'nde yaptı).

***

Şimdi bu makale sınırları içinde konuya ana çizgileriyle yaklaşmaya çalışalım.

Birincisi, her ülkede din-devlet ilişkileri kuşkusuz özgül tarihsel koşullara göre şekillenir; ama bu, her ülkeye özgü ayrı bir laiklik kavramı olacağı anlamına gelmez. Öyle olsaydı, her ülkeye özgü ayrı bir kapitalizm tanımı/ kavramı icat etmemiz gerekirdi!

Laikliği, geniş ve dar kavramları bakımından kabaca iki düzlemde ele alabiliriz. Geniş kavrayışa göre, vicdan özgürlüğünün tamamen serbest olduğu, devletin toplumun belirli bir dini/mezhepsel grubunu temsil etmediği, inançlar (ve inançsızlıklar) arasında ayırım yapmama ilkesine bağlı kaldığı, devletin yansızlığının vurgulandığı bir laiklik anlayışı söz konusudur. Dar kavrayışa göre ise, inanç/vicdan özgürlüğü yanında, devlet ile dinin (dinlerin/mezheplerin) birbirinden radikal ayrılığının sağlanması esastır. (Guy Haarscher, La Laïcité, PUF, 2005).

Bize göre, din ile devletin birbirinden ayrılması sağlanmadan (dar kavram), laiklik ilkesinin kalıcı bir kazanıma dönüşmesi sorunlu olacaktır. Kuşkusuz burada en önemli alan, eğitimin dinin tahakkümünden kurtarılmasıdır.

"Özgürlükçü laiklik" diye bir kavram ise tamamen uydurmadır. Anlaşıldığı kadarıyla liberallerce burada kastedilmek istenen şey, devletin mutlak yansızlığı temelinde "din özgürlüğü" kavramıdır. Geniş laiklik kavrayışına yakın durmakla birlikte, burada, egemen olan dinin veya mezhebin siyaseti kendisine tâbi kılacağı tehlikeli bir sürece giriş (yani laiklik öncesine dönüş) söz konusu olabilecektir.

İkinci saptama şudur: İster geniş (daha yaygın olanı budur), ister dar (Fransa örneği gibi) kavramlardan, isterse ikisinin toplamından/bireşiminden yola çıkılsın, gelişmiş sanayi toplumlarında tarihsel yönelişler genelde birbirine yakınsamaktadır. Başka deyişle, ister uzlaşmacı isterse radikal bir yol izlesin, anayasal bir ilkeye dönüşmüş olsun veya olmasın, Batı toplumlarında laiklik halka malolmuş durumdadır. Dolayısıyla bugünkü Türkiye gibi faşist temelli bir din devletinin provalarının yapıldığı bir ülkedeki duruma benzer tehditlere konu olmuş değildir. (Bununla birlikte, kapitalizmin sömürü ilişkilerinin önünde engel görüldüğü anda burjuva demokrasisinin ve onun temel taşı olan laikliğin yeniden tartışmaya açılmayacağının da bir garantisi yoktur. Ancak, cepheyi laiklik alanına genişletmek -yani din istismarı üzerinden sömürü ilişkilerini perdelemek- bugünkü koşullarda Batı burjuvazi için henüz yutamayacağı kadar büyük bir lokma olabilir. Türkiye burjuvazi ise 1980'lerde ve 2000'lerde bu tercihi yapmakta zorlanmamış gözüküyor).

Batı toplumlarında laiklik yönelişlerinin aynı noktaya doğru olmasının somut tarihsel mekanları olarak İtalya, İspanya ve Portekiz gibi dinin (katolikliğin) önemli rol oynadığı Güney Avrupa ülkeleri de örnek alınabilir. Bunlarda laikliğin gelişmesi gecikmeli olmakla birlikte, son 30 yıldaki hızı başdöndürücü olmuştur. Franco sonrası İspanya örneği özellikle önemlidir. Buna karşılık, laikliğin gelişmesini devrimci bir kuruluş sürecine borçlu olan Türkiye'de laiklik adımları çok erkenden atılmış olmasına karşın, daha sonra hakim sınıfların basınçları altında aşındırılmıştır. (Özgür Şen, Türkiye'de Laiklik ve Sol, Yazılama, 2014: 59-96). Son 30 yılda, 12 Eylül darbesi ve özellikle de AKP iktidarı altında bu süreç bir laiklik-karşıtlığına dönüştürülmüştür.

Üçüncü saptama, laiklik ile sekülerlik arasında temel farklar varmış gibi gereksiz veya sahte karışıklıklar yaratılmasıdır. Aynı şey, ABD ile Avrupa ülkeleri ve özellikle Fransa arasında temel bir karşıtlık olduğu varsayımı için de geçerlidir. Oysa, ABD'de laiklik kavramı -bu kavram bilinmeden- Fransa'dan bile önce uygulamaya geçirilmiş, Federal Devlet ile Kiliselerin ayrılması güvenceye alınmıştı. ABD'de devletin laik, toplumun dindar olduğu saptaması boşuna yapılmamıştır. İlginç olan, Birleşik Krallık'ta Anglikan kilisesi ile devlet ayrılığı sağlanmamıştır ama kiliselerin müdavimleri sürekli azalmaktadır; buna karşılık ABD'de kiliseler dolup taşmaktadır!

En radikal örnek olarak sunulan Fransa'da ise, Alsace ve Moselle bölgelerinde 1905 tarihli laiklik yasası uygulanmamaktadır! (Çünkü o tarihte bu bölgeler Alman egemenliğindeydi ve yeniden Fransa sınırları içine katıldığında toplumsal tepkilerden çekinildiği için bu statüleri daha sonra da korunmuştur). ABD'de Tanrı'ya ilişkin sembolik referanslar daha görünür olmakla birlikte, devlet ile dinin ayrılığı bakımından ABD Fransa'dan daha ilerde gözükmektedir.

Dördüncü saptama, tarihsel olarak dinin, bazen bağımsızlık mücadelelerinin ideolojik bütünleştiricisi olduğu durumların da ortaya çıkabilmesidir. Türkiye'nin kurtuluş savaşında bu rolün kısa bir tarih dilimi açısından geçerli olduğu biliniyor. Buna karşılık Yunanistan'ın Osmanlı'ya karşı bağımsızlık mücadelesinde Ortodoks Kilisesi çok uzun dönemde kalıcı bir rol oynamıştır. Bunun izleri halen Yunanistan'da görülmektedir; devletin şeklen laik olmadığı (ama laikliğin buna rağmen büyük ölçüde sindirilmiş olduğu) az sayıdaki Avrupa ülkesinden biridir. İrlanda da, İngiltere'ye karşı bağımsızlık mücadelesinde dini bir araç olarak kullanmıştır. Kuzey İrlanda sorunu da esasen din temelinde üretilmiştir.

Daha farklı örnekler verilmek istenirse, Afrika toplumlarında Hristiyanlığı bir kolonizasyon aracı olarak kullanan emperyalist ülkelere karşı bazı yörelerde İslamiyet bir ulusal kimlik geliştirme aracı olarak yer yer kullanılmıştır. Ancak bugün artık bu rolün geçerli olduğu söylenemez. IŞİD'in de böyle bir rol oynadığı ileri sürülemez. Bugün daha güçlü bir anti-emperyalist silahın, Afrika ülkelerinde bile, radikal bir laiklik savunusundan başka yerde aranmaması gerektiği açıktır.

Yazıyı bu konuda kendi yaşadığım bir örnekle kapatayım. 2006 Haziranında Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin (eski Zaire) başkenti Kinşasa'da düzenlenen "Uluslararası sosyal demokrasi kolokyumu"na CHP adına katıldım. Belçika'nın eski sömürgesi olan bu ülkede ilk kez düzenlendiği anlaşılan bu kolokyumda Belçika'dan üç katılımcı (biri din adamı), Nijer ve Senegal'den birer konuşmacı ve Türkiye'den ben vardım. Diğer tüm katılımcılar Kongoluydu ve çoğunlukla üniversite öğrencileriydi.  Bildirimi Türkiye'nin kurtuluş savaşı ve sonrasında CHP'nin oynadığı rol ve bu partinin dönüşümü üzerine kurgulamıştım. İki alana özel vurgu yapmıştım: Emperyalizme karşı bağımsızlık savaşının önemi ve bunun sadece silahla kazanılamayacağı, ekonomik kalkınma hamlesi yanında militan bir laikliğin de şart olduğunun altını çizmiştim. Sunuşumun öğrencilerin yoğun ilgisini çekmesi ile tezat oluşturan şey Belçikalıların olumsuz tepkileriydi. Bu tepki, akşam bizim büyükelçilikte verilen kokteylde Belçikalı papazın benim "militan laiklik" önerim üzerine yeniden sohbet açıp tepkilerini dile getirmesiyle sürdü.

Kıssadan hisse, Ömer Çelik'in (ki meğer o da benim öğrencim olurmuş!) "militan laikliğe" karşı demeci vardı ya, bu konuda Belçikalı emperyalistlerle söz birliği ettiğini ona birileri anımsatır mı acaba?