Karanlık yüze turkuaz paket

Karanlık yüz her yerden kendini gösteriyor. İktidarın ve kurduğu karanlık rejimin yüzü değil sadece görünen. Sokak aralarında günlük yaşamın bir parçası olarak gezinmeye başlayan sıradan faşizmin yüzü de her yerden sırıtmaya başlıyor. Kışkırtıldıkça, hoşgörüldükçe, sırtı sıvazlandıkça meydanı daha da boş buluyor. İktidar, üstelik, daha büyük kışkırtmalara girişmeye, Taksim'in bir avuç kalmış yeşilliğine yeniden saldırmaya hazırlanıyor. Hem Gezi direnişinin altında kalmanın acısını çıkartmak, hem toplumu yeniden ayrıştırarak kendi saflarını etrafında toplanmaya zorlamak için, hem de dış politik emellerinin çökmesinin içerdeki yansımalarını görünmez kılmak için.

Rejimin karanlık yüzü bunlardan ibaret değil. Yargıya müdahalenin yeni biçimleri (Yargıtay ve Danıştay'ı önce genişleterek şimdi de daraltarak iktidara tâbi kılma biçimleri), hem faşizmin hem de yagılanma korkusunun ilerleyişiyle uyumlu. Danıştayın yani yüksek idari yargının elde tutulmasının, yürütmenin tasarruflarının yargı denetimi dışında kalması gibi çok önemli bir anlamı daha var. Kamu yararının sorgulanamaması yani iktidarın dehşetli ürktüğü "yerindelik" denetiminin yapılamamasını iktidar sağlama almaya çalışıyor. Sayıştay'ın yürütme tarafından "fethedilmesi" de zaten aynı yönde çalışıyor. Bu arada, iktidara yakın büyük altyapı müteahhidlerinin dışardan temin ettiği kredilerin Hazine tarafından üstlenilmesinin kolaylaştırılması, bütün bunlarla hiç çelişmiyor, tam tersine birbirini tamamlıyor.

13 Haziran 2016'da TBMM'ye sunulan "Danıştay Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair kanun Tasarısı"nın 34. maddesiyle CMK'nın 133. maddesi çerçevesinde halka açık şirketlere kayyım atanabilecek durumların sermayeyi (başta TÜSİAD'ı) rahatsız edecek biçimde genişletilmesi yanında kayyımların görevi kötüye kullanması ve mülkiyet hakkını zedelemesine yol açabilecek keyfiliklere de kapı aralaması söz konusu. Şirketlere atanabilecek kayyımların "hesap sorulamaz" (yani hatalı uygulamalarından dolayı tazminat ödemeye mahkum edilemez) türünden  bir statüye kavuşturulması gibi kapitalist sistemin temel dayanaklarından birinin - şirketler açısından hukuk güvenliğinin- berhava edilmesi de hazırlanmakta. "Paralel yapının şirketlerine karşı önlem alma" bahanesiyle başlatılan operasyonların nerede duracağı bilinemezken, artık kayyım sopasının uzunluğu ve keyfiliği de ölçülemez durumda. Şirket sahipleri tamamen devre dışı bırakılarak şirket batırma yetkisiyle dahi donatılmış bu kayyım diktası karşısında, yerlisi-yabancısı hiçbir şirket artık kendini tam güvende hissedemeyecek. Bunun yol açabileceği sermaye hareketlerini ilgiyle izleyeceğiz.

Yaşamın her alanına müdahale etme ve memlekette kendisinden habersiz kuş bile uçurtmama arzusu, yani total tahakküm iklimi yaratma niyetleri, (bunun kuşkusuz gene sermayenin bir bölümü lehine yapılması hatta sermaye-içi transferleri öngörmesi), zaten faşizmin hallerinden başka birşey değil.

 

***

Şimdi bir haftadır "sermayeye şirin görünme paketi" olarak tariflenebilecek (ama malum basında "ekonomide 'devrim' paketi geliyor" diye pazarlanan) bir "turkuaz paket"le de meşgul ediliyoruz. Yeni Başbakanın "yatırımcılara turkuaz halı sereceğiz" şeklindeki "özlü" deyişinden yola çıkılmış gözüküyor. Danıştay ve kayyımlığa yeni düzenleme getiren kanun tasarısıyla aynı gün (13 Haziran) Başbakan Yardımcısı Canikli tarafından adeta bir dengeleme unsuru gibi kamuoyuna sunulan (henüz Meclise sunulmayan) bu teşvik paketinde yok yok. Adeta Erbakan'ın meşhur "kaynak paketleri" gibi; yani sanki herşey var ama hiç birşey yok gibi.

Henüz bir kanun taslağına bile dönüşememiş, dolayısıyla bir hüküm taşımadan alelacele gündeme taşınmış bu gevşek ve arka planı ile işleyiş biçimleri belirsiz taahhütler listesinden birkaç örnek verelim.

Paketin teşviklerinin önemli sayılabilecek bölümü, zordaki sektörlere ve şirketlere el uzatma özelliğinde. Örneğin, "Türkiye'den ev alan yabancıya önce oturma izni sonra vatantaşlık verilecek" sözü. Bunun "nasılı" henüz bir muamma, özellikle vatandaşlık bölümünün. Acaba ev alan Suriyelileri kısa yoldan vatandaş yapmak mı amaçlanıyor? Buna diğer Arap ülkeleri vatandaşlarını da katabiliriz ama Iraklılar dışında hatırı sayılır bir alıcı kitlesinin radara girme ihtimali yok.  Peki, Türkiye'den ev alımlarında ön sıralarda gelen Rus turistleri kaçırdıktan sonra bunun ne anlamı var? Hatta ayağı kesilecek gibi gözüken Alman ve İngilizleri de giderek kaybederken? İşin çaresizliğini şu ilişki de ele veriyor: İktidarın tek gözdesi olan inşaat sektörünün zor durumda olduğunu (yani sektörün talep yetersizliği sorunuyla boğuştuğunu), konuta dış talep yaratma telaşından anlıyoruz da, bir başka zora sokulan turizm sektörü üzerinden çözüm aranmasına akıl sır erdiremiyoruz! (Beştepe artı inşaatçılar lobisinin faizlerin düşürülmesi baskısının derde deva olmayacağını da bakalım faiz kriziyle mi anlayacaklar?).

Bu arada iktidarın hırslı olduğu kadar ahmak dış politikasının darmadağın ettiği turizm sektörüne dönük "sade suya tirit" teşvikler de ancak gülümsetiyor: "Turizm de ihracat sayılacak" (yani anlayacağınız turizm de vergi iadelerinden yararlanacak); "kritik sektörlerde -turizmi de anlayınız- 'kişiye özel teşvik' verilecek" (yani firma bazında destek yapılacak, bakalım iktidarın hangi sevgili kulları kurtarılacak)...

Yatırımları arttırmak için (faiz indirimleri sonuç vermezse tabii -ki vermeyecek), "stratejik sektörlerde ilelelebet 'vergi tatili' uygulanacak" (yani belirli  yatırım alanlarında veya bölgelerde geçici süreler için uygulanan yatırımlarda vergi muafiyeti, ebedi olabilecek); "AR-GE faaliyetleri ve yatırımlarında vergi indirimi yükselecek";"yatırımcının damga vergisi ve harç maliyetleri azaltılacak"; "teknolojik yatırımlarda mühendislerin yükünü devlet üstlenecek"; "yabancı bilim adamı ve yabancı öğrencilere çalışma kolaylığı sağlanacak"; "Suriyelilere çalışma izni kolaylaştırılacak"... Bunların bir kısmı zaten fiilen yürüyor; çoğu da oldukça marjinal. Devrim bunun neresinde?

Bazıları da anlaşılamıyor. Örneğin: "Ekilemeyen arazileri devlet ekip biçecek" (?);

"Meraların işgaliyle ilgili ciddi cezalar gelecek" (İyi de işgaller son 15 yıldır neden azmıştı?);

Niyetleri anlaşılır ama yöntemleri kafa karıştırıcı olanları da var (Bunlar sermayenin çok arzuladığı ve iktidara "sermayenin gerçek temsilcisi benim" deme fırsatını tekrar verebilecek olanlardır): "Kıdem tazminatı sıfır mağduriyetle (30 gün korunarak) yeniden düzenlenecek" (Nasıl yani?); "Bireysel Emeklilik Sisteminden erken çıkılmaması için teşvikler getirilecek" (Niyet anlaşılıyor da düzeneği belli olmadan anlamı ne?); "İslami bankacılık için faizsiz kazancı kolaylaştıran uygulamalar getirilecek" (Mevcuttan farkı ne?).

Velhasıl, çok ham, çok toplama, aralarındaki etkileşimlerin hesaba katıldığı bile şüpheli, bazıları anlaşılamayan, bazıları sektörel tıkanmaları gösteren, genelde mevcut ekonomik sorunlar karşısında etkilerinin sınırlı olması beklenen yamalı bohça bir paketle karşı karşıyayız.

***

Ekonomi açısından dahi bir güvenlik sorunu haline gelmiş bir Cumhurbaşkanı ile onun siyasal iktidarının oluşturduğu sorunların bu tür sınırlı etkili önlemlerle çözüme kavuşturulması beklenemez. Hatta sermaye sınıfının büyük bölümünü dahi (işe yarar teşvikleri cebe atmaktan imtina etmeyecekleri kesin olmakla birlikte) tatmin etmesi beklenemez. Zaten emek kesimi (ve emek istihdamı) açısından destekten çok köstek önerildiği için üretim ilişkilerinin diğer toplumsal tarafına bayram harçlığı bile yok denilebilir.

Türkiye'de sermayenin önemlice bir bölümü için temel mesele artık şunlardır:

- Cihatçı terörü besleyen, saldırgan ve radikal İslamcı görünümünü pekiştiren, ülkeyi terörün sistematik saldırılarının hedefi haline getiren bir iktidar, istikrarlı bir sermaye birikimi iklimi yaratamaz;

-İçerde Kürt sorununu çözemeyen, hatta bunu belirli bir istikrarla yönetemeyen bir iktidar, güvenli sermaye birikimi ortamını sağlayamaz;

-Dış politikada ahmaklığın faturası olarak turizm ve ihracata doğrudan, tarım, sanayi ve ulaştırma sektörlerine dolaylı olarak zarar veren bir iktidar, ekonomi için yük olmaya başlamış demektir ve bunu hiçbir teşvik paketi çözemez;

-Anayasa ve hukuk tanımazlığıyla öne çıkan ve kanun devleti olmaktan bile uzaklaşan bir iktidar biçimi, ne yerli ne de -daha fazlasıyla- yabancı sermaye açısından bir hukuk güvenliği oluşturamaz (Bu nedenle, dışarıya sermaye ve yatırım kaçışı olurken ülke ye doğrudan yabancı sermaye girişi de zayıflar);

-Şirket bazında kayırma-cezalandırma politikalarına (kayyım veya vergi sopasıyla) sık sık başvuran keyfi ve yolsuzluklara batmış bir iktidar yapısı, kurumsallaşmış yerli ve yabancı sermayeye güven veremez. (Bir önceki maddede vurgulanan tersine sermaye hareketleri burada da geçerli olur).

Bugünkü iktidar sermayenin belirli kesimleri açısından artık bir ayakbağı haline gelmiş durumdadır. Ama bu durum giderek toplumun çok daha geniş kesimleri açısından da, farklı noktaları da içererek, benzer anlamlar taşımaya başlamıştır. O halde bu iktidarın ömrünü uzatmak, artık ülkeye de zarardır.