İki yıldönümü: 9 Eylül 1922 ve 12 Eylül 1980

12 Eylül askeri diktası, ülkenin siyasi ve ekonomik yönünü hegemon gücün çıkarları ekseninde yeniden belirledi. ABD güdümlü bu müdahale, 12 Mart 1971’den farklı olarak gelip geçici değil, kalıcı bir dönüştürme programı olarak yürürlüğe konuldu. Öncelikle, büyük gücün stratejik çıkarları doğrultusunda, Sovyetler Birliği’ne dönük nihai bir kuşatma harekatının parçasıydı o nedenle bir “ılımlı İslam” (doğru tercümesiyle “Amerikancı İslam”) rejimi yaratmanın ön adımıydı. İkincisi, geri dönülemez bir biçimde Türkiye’yi kapitalist dünya ekonomisine bağımlı bir çevre ekonomisi olarak eklemleyen bir yapısal dönüşüm projesiydi. Bunun kritik adımı aslında 24 Ocak 1980 Kararları’yla atılmıştı. Ancak iç ve dış sermaye lehine büyük gelir transferlerini öngören, yani ekonominin/emek süreçlerinin iç dinamiklerine kapsamlı ve uzun süreli müdahaleler öngören bu Kararların uygulanması ancak askeri zorla (manu militari) olabilirdi. Her iki hedefe de ısmarlama elbise gibi oturan o adam, Milli Selamet Partisi’nin İzmir adaylığından ve DPT’den gelen Turgut Özal’dı.

12 Eylül müdahalesinin bahanesi “iç çatışmalar” olarak gösterildi. Ama bunlarla ilgisi olmayan kurumsal yapılar, partiler, sendikalar, çeşitli kitle örgütleri hedefe alındı, çoğu kapatıldı. Cumhuriyet tarihinin en zorba, en baskıcı dönemi yaşandı yüzbinler işkenceden geçirildi. Yetmedi, anayasadan alt hukuka kadar, demokratik hakları ve bunların kullanımını kısıtlayan yüzlerce değişiklik yapıldı, 12 Eylül rejimi kendi hukukunu oluşturmaya yöneldi.

* * *

Bundan 58 yıl öncesinde ise 9 Eylül 1922’de, Kurtuluş Savaşı İzmir’de zaferle sonuçlanıyordu. Ancak kılıçla kazanılan zaferin, sabanla (ekonomik bağımsızlıkla) pekiştirilemediği durumda bunun yeni bağımlılıklara yol açacağı açıktı. Bu nedenle muzaffer kadrolar halkı doyurmak (tarım, sanayi, ulaşım, ticaret), asgari ihtiyaçlarını karşılar duruma gelmek (üç beyazlar) ve ülkeyi birinci sanayi devrimi sürecine sokarak buradan başarıyla çıkarmak zorundaydılar. Eşanlı ve bazen öncelikli olarak anti feodal, anti kapitüler vurgular da taşıyan hukuksal, siyasal ve ekonomik (aşarın kaldırılması, gümrüklere hakim olunması, millileştirmeler) devrimlerin de gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Bu gecikmiş bir uluslaşma süreciydi ve merkezinde “tam bağımsızlık” şiarı vardı. 1930’ların korumacılık-devletçilik-sınai planlama üçlüsü, bugün dahi dersler çıkarılabilecek bir biçimde ülkenin ekonomik (ve dolayısıyla siyasi) bağımsızlığında tarihi bir sıçrama yapılması olanaklarını sağlayabiliyordu.

* * *

Türkiye 12 Eylül 1980 sonrasında dünya kapitalizminin sofrasına yeni bir çerez olarak sunuluyor, iddialı bir sanayileşme atılımı öngören Dördüncü Kalkınma Planı (1979-83) uygulamadan kaldırılıyor, ülke adı konulmamış bir sanayisizleşme sürecine sokuluyordu. Önce ülkeye 3T (Tarım, Ticaret, Turizm) bırakılmıştı. 1990’larda tarım da elinden alınmaya çalışıldı (5 Nisan 1994 Kararları), ancak bu proje IMF/DB Programı altında 2000’den itibaren yürürlüğe sokulabildi. 30 yıllık süreçte büyük turizmin (seyahat acenteleri, otel zincirleri) ve büyük ticaretin de (süper/hiper marketler, AVM’ler, ithalatçı büyük firmaların –örneğin otomotivde- kendi dağıtım firmaları) tamamen Türkiye’ye bırakılmayacağı anlaşıldı. Yabancı sermayenin tahakkümüne karşı son koruma kaleleri olan KİT’lerin 2000’lerde haraç mezat elden çıkarılmasıyla, diğer özelleştirme yollarının açılmasıyla, uluslararası tahkimin kabulüyle artık “tam bağımsızlıktan tam savunmasızlığa” geçiş süreci tamamlanmıştı.

Kuşkusuz, bağımlılık ilişkilerinin dolu dizgin gitmesi ve tüm hücreleri etkisi altına almasının, bir ülkenin kan dolaşımını temsil eden finansal sistemin ele geçirilmesi ve dış kaynak bağımlılığının pekiştirilmesiyle tamamlanacağı kimsenin meçhulü değildir. Bu süreç, Özal’ın “vergi yerine borçlanma” politikasıyla 1989’da sermaye hareketlerini serbestleştirmesiyle başlamış, 2000’lerde finansal sistemin (bankacılık ve sigortacılık) yarısının yabancı sermaye eline, borsanın üçte ikisinin yabancı sermaye kontrolüne geçmesiyle kemale ermişti.

12 Eylül-24 Ocak rejiminin ikinci perdesinin baş aktörü olan AKP döneminde, ekonominin dış kaynak ve ithalat bağımlılığının büyümesi iç tasarruf oranlarını eritmiş, bu da tekrar dış kaynak bağımlılığını ve kırılganlığı artırmıştır. Bunun sonucunda ülkenin dış borçları büyük bir hızla çoğalmıştır. Öyle ki, brüt döviz rezervleri kısa vadeli borçları bile karşılayamamaktadır. Kırılganlığın bir başka göstergesi olarak, bir yılda vadesi gelen borçlar artı cari açık toplamı, brüt döviz rezervlerinin iki katıdır. Dış kaynakların kurumaya başladığı bir dönemde ne bu borcu çevirme ne de yüzde 10’luk cari açık verme imkanları artık kalmamıştır.

AKP 2009’un ekonomik kriz konjonktüründe yapılan yerel seçimler öncesinde Davos tiyatrosunu sahneye koyarak (one minute) sonuç almaya çalışmış ama oylarının yüzde 38,5’e düşüşünü engelleyememişti. Şimdi daha tehlikeli bir savaş oyunun peşindedir ülkeyi savaşa sürükleyerek 2003 tarzı (“at pazarlığı” tarzı) bir ABD kaynakları girişine bel bağlamış gözükmektedir. Toplumun gerçek gündemini baskılamak da bu amaçlar arasındadır. Çözüm, AKP’nin çanına ot tıkamaktır.