Geçmişe dönüş

Bazen geçmiş peşinizi bırakmaz; bazen de siz onun peşini bırakmazsınız. Geçen hafta geçmiş bir hesabı kapatmak için yurtdışındaydım; bu yüzden ilk kez bu köşeyi boş bıraktım.

1990 yılı kışında Sadun Aren Hoca'dan bir Moskova programına katılmak için davet almıştım. Sadun Hoca o sırada "Marksizm ve Gelecek" dergisini çıkarıyor ve yönetiyordu. (Kitap biçimindeki bu dergi 1989-1999 yılları arasında yayınlandı). Sonuçta altı kişilik bir heyetle bu gezi-seminer programını 1990 yılının Nisan sonu-Mayıs başındaki dönemde gerçekleştirdik. Heyette, yaş sırasına göre, Sadun Aren (heyet başkanı), Kenan Somer, İlhan Tekeli, Alpaslan Işıklı, ben ve Arif Gülöksüz yer alıyorduk. İlhan Tekeli ve benim dışımda bu isimlerin hiçbiri şimdi hayatta değil. Bu yazı, kayıpları saygıyla anmanın bir vesilesi olarak da kabul edilebilir.

Geziye katılanlardan hiçbiri o tarihe kadar Rusya'ya gitmiş değildi. (Ben, Sovyetler Birliği (SB) ülkelerinden Bulgaristan'a 1966-1975 arasında defalarca, Romanya ve Macaristan'a 1974'te bir kez gitmiş, SB dışındaki Yugoslavya'nın bütün bölgelerini birçok kez ziyaret etmiştim.) Gezi programının amacı, Moskova'daki Sovyet sosyal bilimcileri ile "Yeni Politik Düşünce" adını verdikleri yeni ideolojik/politik dönüşüm çerçevesini tartışmaktı. Simültane çeviri olanaklarıyla onlar sunuşlar yaptılar, bizler sorular sorduk, yorumlar yaptık. Sovyetler Birliği'ndeki nihai çöküşün arifesinde gerçekleştirilen bu program, olan biteni anlama ve yorumlama bakımından çok verimli ve öğretici olmuştu.

Dönüşte, Marksizm ve Gelecek Dergisi'nin düzenlediği geniş katılımlı bir yuvarlak masa toplantısında SB'nin bugününü ve geleceğini tartıştık; tartışmaya, geziye katılanlardan ben, Tekeli ve Işıklı da katıldık ve bazı sıcak izlenimlerimizi de paylaştık. Bu Yuvarlak Masa toplantısı Dergi'nin Güz 1990'daki 4. sayısında (s.11-62) yayınlandı. Sadun Hoca da Dergi'ye Sunuş yazısında bu konuya yer verdi. Burada bu tartışmaya yaptığım katkıyı (s. 21-28) veya diğer önemli katkıları özetleyecek değilim. Meraklısı nasıl olsa ilgili kaynağa ulaşmayı bilecektir.

Bu gezi-seminer programının ve izleyen tartışmaların önemi, gelişmeleri sıcağı sıcağına, adeta içinden geçerken değerlendiriyor olmasıydı. Muazzam bir altüst oluş yaşanmaktaydı ve Moskova'daki Enstitüde bize seminer verenlerin önemli bir bölümü bu altüst oluşu açıklamaktan açıkça acizdi veya bazılarının açıklama çabaları adeta oturmamış "marksist kimliklerini" ele veriyordu. 'Sosyalizm yolunda ülkeler olduğu gibi sosyalizmden kapitalizme geçiş yoluna giren ülkeler de olabileceği' gibi inciler yanında, 'tarihsel sürecin doğru kavranmasını engelleyen beşli üretim tarzı şemasını' günah keçisi yapanlar, 'her iki sistemin olumlu yanlarının akılcı bir sentezde birleştirilmesi gereğini' savunanlar, geçmişi eleştirir ve Perestroyka sürecini överken geleceğe dönük bir toplum projesi sunamamayı bir sorun olarak görmeyenler birbirini kovalıyordu. Hepsi profesör ve hepsi Komünist Partisi üyesi olmasına rağmen. Bu da bana sosyalizmin insan malzemesinin gerçekten de bu sistemi ayakta tutacak bir ideolojik dönüşümden başarıyla geçip-geçemediği sorusunu sorduruyordu. En azından kuruluş dönemi ve savaş dönemleri aşıldıktan sonra, Sovyet sosyalizminin yeni bir insan tipi yaratma sürecinde giderek başarısız olduğunu gösteriyordu.

Bu gezi-seminer programı ve gözümüzün önünde çöktüğü apaçık olan (reel) sosyalist sistem, bana uzun süre bir sosyal ve ekonomik sistem ile toplumu oluşturan bireyler arasında kurulması gereken ilişkilerin niteliği üzerinde düşünme fırsatı verdi. İradî bir sistem olarak kurulan ve bu özelliğini ağırlıklı olarak koruyan sosyalist sistemin kendisine özgü insan tipini yaratmada gösterdiği zaaf, kapitalist-emperyalist sistemin rekabeti de buna eklenince, karşı-devrimin bu kadar hızlı ve sert bir biçimde gerçekleşmesinin koşullarını da hazırlamamış mıydı? Eşitlikçi vurguları -pratikte o kadar olmasa dahi- bu kadar güçlü bir toplumsal yapıdan gelir ve servet dağılımını bu kadar hızla bozan bir yağma ekonomisine ve toplumsal mülkiyetin talanı üzerinden pıtrak gibi yeşeren oligarklar çağına geçiş başka nasıl bu denli kolay olabilirdi? Kiliseler nasıl Ortaçağ güçlerini yeniden kazanma azgınlığına savrulabilirdi?

Sadun Hoca, Sovyetler Birliği'ndeki çözülme süreçlerini yakından gözlemleme fırsatı bulunca takılmadan edemiyordu: "TBMM'de yıllarca bana 'komünistler Moskova'ya' diye laf atıp durdular; nihayet buraya geldim ama burada da komünizm bitmiş!" ("Hatta Moskova'nın kışı bile kalmamış" diye ekliyordu, çünkü gezi dönemimizde adeta yaz havası yaşanıyordu).

Moskova programımıza aslında bir Leningrad gezisi de dahil edilmişti. Fakat SB Komünist Partisi henüz iktidarda olmasına rağmen gücü o kadar nominalleşmişti ki, ne uçakta ne de de trende bize yer ayırtma gücü kalmıştı! Bu nedenle o seyahatimizde Leningrad'a gidememiştik. İçimde ukde kalmıştı. Tam 29 yıl sonra, adı artık St. Petersburg'a dönüşmüş olan kente nihayet geçen hafta eşimle birlikte gidebildik. Bu, Rusya'ya 29 yıl aradan sonra ikinci gidişimdi. Gerçi 1993'ten itibaren, özellikle de 2007 sonrasında birçok eski Sovyet ülkesini özel veya resmi temaslar için ziyaret etme fırsatı buldum. Değişimi uzun yıllar boyunca izledim. Çok şükür artık hiçbirinde 1990 yılının Moskova'sında gördüğümüz bir kilometreyi aşkın McDonalds kuyruğu yok. Çünkü kapitalizmin "hızlı yemek" alt kültürü artık zaten her köşebaşını tutmuş durumda.