Fransa’dan Türkiye’ye sahte iyimserlikler

Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde (aslında ikinci tura kalma yarışında), ikinci tur adaylığına kesin gözüyle bakılan Milli Cephe (FN) lideri Marine Le Pen’in (%21,7) dışında ipi göğüsleyen diğer adayın bağımsız/merkezci Emmanuel Macron (%23,8) olması, Fransa ve Avrupa burjuvazisine ve merkez sağ-sol siyasetlerine şimdilik rahat bir nefes aldırmış görünüyor. Bu seçimlerin Fransa’yı ve geleneksel sağ-sol bölünmesini aşan bir önemi olduğunu herkes kabul ediyordu; ama kuşkusuz farklı açılardan.

İkinci tura Fransız Komünist Partisi’nin de dâhil olduğu “Boyun eğmeyen Fransa” hareketinin temsilcisi Jean-Luc Mélenchon’un kalmasının ise bir “kâbus senaryosu” olarak sabah-akşam (Türkiye dâhil!) medyada işlenmesi boşuna değildi. Mélenchon, oylarını düzenli olarak arttırmaktaydı ve ikinci tura kalması giderek gerçekçi görünmeye başlamıştı. Nitekim sermaye medyasının bütün “kâbus” ürkütmelerine rağmen yüzde 19,6 gibi azımsanmayacak bir oy aldı. Merkez sağın yani Cumhuriyetçi Parti’nin (veya PR’nin) adayı François Fillon ile arasında sadece binde üçlük, Le Pen ile yüzde 2'lik bir mesafe kaldığı görüldü. “Aşırı sağın karşısına aşırı sol mu?” umacısıyla bastırılmak istenen asıl hareket, “boyun eğmeyenler”di. Eğer buna rağmen finale Mélenchon kalsaydı, acaba Fransız merkez sağ ve sol hareketleri nasıl davranacaklardı? Doğrusu bu ibretlik bir final olurdu ve seyre değerdi. Mélenchon hareketinin düzen ve AB için ne denli tehdit teşkil edeceği ayrı bir tartışma, ama sermayenin böylesi bir senaryoda Le Pen'i tercih etmesi şaşkınlar dışında kimseyi şaşırtmazdı.

İkinci tur seçimlerinde Le Pen karşıtı seçmenlerin Macron’u rahat bir çoğunlukla cumhurbaşkanlığına taşıyacağı şimdiden söylenebilir. İkinci tur için Mélenchon’un taraftarlarına Macron tercihini dayatmaması nedeniyle (bu da bir ilktir ve hareket içinde destek görmüştür) belki katılım oranı beklenenden düşük kalabilecektir, ama gene de Le Pen’in önü açılmayacaktır.

23 Nisan seçimleri Fransa’da merkez sağın ikinci tura kalamadığı ilk cumhurbaşkanlığı seçimleri olmuştur. Merkez sağ adayı Fillon’un, Türkiye'dekilere kıyasla pek sembolik kalan ancak kanıtlanmış olduğu için hassas Fransız seçmeni nezdinde itibar bozucu olan yolsuzluğu, onu ikinci turdan alıkoymuştur. (Buna rağmen yüzde 19,9 oy alabilmesi, merkez sağ seçmenin gidecek mecra bulmakta zorlanması nedeniyledir. Bu seçmen, tarihi olarak kısmen Milli Cephe'ye ama şimdi konjonktürel olarak Macron’a meyletmiştir). Eğer sağcı Fillon’un zayıflıkları olmasa, ikinci turun merkez sağ ile aşırı sağ adaylar arasında (tıpkı 2002’de J. Chirac ile baba Le Pen arasındaki gibi) geçmesi olasılığı yüksekti.

Adı Sosyalist Parti olmasına karşın Fransız merkez solunu temsil eden PS ise son 15 yılda ikinci kez ikinci tura kalamamaktadır. 2002’de yüzde 16,2 oy alarak (yüzde 16,9 alan FN’in gerisinde) yarış dışı kalmışken, bugün sadece yüzde 6,3’lük bir skorla finalin dışına itilmiştir. Bu partinin 1969’dan beri aldığı bu en düşük oy oranı, aslında bir çöküştür; üstelik 2012 sonrasında parlamento çoğunluğu ile cumhurbaşkanlığını elinde toplayan bir iktidar tekeli döneminden sonra… Belki de işe oradan başlamak gerekir: Geniş emekçi kesimleri de içeren toplumsal tabanının umutlarını, sermayenin ve küresel hegemon gücün yörüngesinden milim şaşmayarak (bkz. Ortadoğu politikaları) bu kadar kısa sürede tüketmek az beceri değildir. Üstelik bu tükeniş, finale doğru açık ihanetleri de içinde taşımıştır: Parti içindeki cumhurbaşkanlığı adaylığı önseçimlerini F. Hollande’ın desteğini almasına rağmen kaybeden partinin sağ kanadından başbakan Manuel Valls, önseçimler sonrasında parti çıkarlarını hiçe sayan bir siyasi etiksizlikle (elbette Hollande’ın onayı dâhilinde) henüz birinci tur öncesinde bağımsız aday Macron’a desteğini açıklamıştır. Bu ihanet, bundan sonraki Parti içi siyasi hesaplaşmaların nirengi noktasını oluşturacaktır. Muhtemelen, Parti'nin sol kanadını temsil ettiği ileri sürülen Benoit Hamon veya aynı grubu toparlayacak başka bir sima ile partinin liberal/sağ kanadını temsil edecek bir sima arasında liderlik çekişmesi yaşanacak ve bu bir bölünmeye kadar gidebilecektir. (Ya sağ kanat Parti’den ‘sosyal demokrat parti’ adıyla kopacak, ya da Parti yönetimini eline geçirerek diğer kanadı kovacaktır). Bu hesaplaşmanın, Haziran’daki genel seçimler sonrasına kalabileceği bile kuşkuludur. Buna rağmen, bu Partinin sözcülerinden birinci tur  akşamı işittiğim sahte iyimserlikleri anlamlandırmak güçtür.

Aslında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Peki PS’deki çözülmenin de etkisiyle yüzde 20 sınırına dayanan “Boyun eğmeyen Fransa” hareketi izleyecek genel seçimlere bu gücünü taşıyabilecek midir? İhtimal dışı değildir, ama bu hareketin bir koalisyon olduğu ve çok zayıf bir Meclis tabanına sahip olduğu unutulmamalıdır. (Bunu bir avantaja dönüştürmek ayrı bir meseledir).

Şimdi finale kalan adaylar açısından da neredeyse sıfıra yakın bir Meclis temsil oranı başlıca handikap olarak gözükmektedir.  Milli Meclis’te ve Senato’da merkez sol ve sağ partilerin temsilcileri hâkim konumdadırlar. Ama şimdiden sağdan ve soldan Macron’a kanca atılmaya başlanmıştır. Özellikle de seçimlerin üçüncü sırasındaki merkez sağ parti, Macron’un oluşturacağı hükümette ve diğer yürütme organlarında aslan payını almaya talip gözükmektedir.

Fransa’da kazanan gene sistem içi siyasettir. Geleneksel sağ-sol partilerin dışındaymış gibi bir algıyı başarıyla pazarlayan Macron’un “Yürüyüş” hareketi, aslında tam da bu siyasetlerin savundukları neo-liberal programların kurtarıcısı olmuştur. Belki de tek yenilik Macron’un gençliği olmuştur; belki de bu cilayla seçmenin “kurda-kuşa yem olması” engellenmiştir! Şimdiki Macron jargonu da, ‘bütün yurtseverleri milliyetçilere karşı birleşmeye’ çağırmak olmaktadır! 

Her durumda şimdilik AB krizine bir de Fransa sorununun eklenmeyeceği belli olmuş ve başta Almanya’nınkiler olmak üzere AB’nin hem ekonomik hem siyasi anlamda hâkim sınıfları rahat bir nefes almıştır. Buna rağmen, Fransa’da Haziran’da yapılacak genel seçimler gene de ilginç gelişmelere aday gözükmektedir.

***

Türkiye bahsine gelince, şimdiden her şey normalleşmiş gibi  2019 seçimlerini yeni bir hesaplaşma tarihi olarak ilan edip yüzde 49 üzerinden hesaplar yapılması gibi temelsiz iyimserlikleri (ve referandum sonuçlarını dolaylı olarak meşrulaştıran kelamları) ne yapacağız? Geçen hafta değindiğim gibi, AKP’nin hileyle hurdayla da olsa ikinci cumhuriyetin anayasasını arkasına aldığı 16 Nisan sonrasında elinin zayıfladığı ve ülkeyi yönetemeyeceği varsayımı da bu naif iyimserliklerden değil mi?

Bu yazımı yeterince açamayacağım üç muhtemel tehlikeye dikkati çekerek sonuçlandırayım:

Birinci tehlike, “ılımlı muhalefetin” prim yaptığı yanılgısı ve ısrarı üzerinden bundan sonraki sürecin yönetilebileceğini sanan bir anamuhalefet sorunudur. Oysa siyaset bir ‘meydan okuma’ sanatıdır da. Bunu görmek için sineğin yağından ‘meydan okuma’ bahanesi yaratan rakibine bakmak yeterli olurdu.

İkincisi, hiçbir şey olmamış gibi, olağan dönemlerden geçiliyormuş gibi, iktidarın diktatorya inşasının alt-hukukunu hazırlama sürecinin TBMM’de meşrulaştırıcı gücü olma rolüne indirgenme tehlikesidir. Meclis’te zaman zaman sert muhalefet yapma görüntüsü bunu kurtarmaz. Eskisinden belki bir tık fazlasıyla ama ‘olağan’ Meclis faaliyetleri içinde kalınarak devam edilemez. Ancak bunun alternatifi de “sine-i millet” değildir; toplum kesimlerinin diktatorya inşasına karşı tepkisinin canlı tutulması ve örgütlenmesidir. Bunun için Meclis dışı faaliyetlere ciddi bir ağırlık kazandırılması şarttır.

Üçüncüsü, 2017’nin toplam muhalefetinin korunabileceği faraziyesiyle 2019 seçimlerini hedef almak, onun üzerinden iddia geliştirmek, muhalif seçmeni yatıştırmak ve oyalamaktan başka anlama gelmeyecektir. Bu temelsiz iddia, 2019’un üç seçiminden sadece cumhurbaşkanlığı seçimine yöneliktir. Ama tek adam rejimine karşı bir araya gelen kitleleri, üzerinde üç hareketin anlaşacağı tek kişinin cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerinde birleştirmek Türkiye gerçeğine ve geçmiş siyasi deneyime yabancıdır. Kaldı ki 2017’nin yüzde 49’u, kolayca parçalanabilir bir toplamdır. Zayıf halkaları vardır. İktidarın işi de bunu zorlamak olacaktır. Üstelik yeni bir kol güreşini 2019’a ertelemek, bugünkü mücadele biçimlerini es geçmek anlamına da gelecektir.