Ekonomide durum

Mayıs sonunda bir haftalık arayla AKP'den Londra'ya iki ayrı sefer yapıldı. Birincisi, Erdoğan'ın son bir umut seferiydi. Bir Ortadoğu monarkı gibi yüklü siparişlerle finans merkezinin yolunu tutarken hem siyasi imgesini biraz düzeltmek hem de "faizleri yükselt" basınçlarına karşı son bir hamle yapmak derdindeydi. Bu hamlesi bir son çırpınıştan ibaret kaldı. Beyanatının döviz kurlarını daha da yukarı zıplatması sonucunda, geç likidite penceresi faizinde üç puanlık (yüzde 13,5'tan yüzde 16,5'e giden) büyük bir artışı kabullenmek zorunda kaldı. 

İkinci sefer, Başbakan yardımcısı Şimşek ile TCMB Başkanı Çetinkaya'nın "güven tazeleme" seferiydi. Bu seferin başarısı adına, heyet yola çıkmadan TCMB politika faizi 8,5 puanlık bir artışa konu yapılarak yüzde 8'den yüzde 16,5'e eşitlendi. Bunun bir sonucu da, yeni faiz koridoru gereği olarak Banka'nın gecelik borç verme faizinin yüzde 18'e, geç likidite penceresi faizinin deyüzde 19,5'e sıçratılması oluyordu. Bunun anlamı, Banka'nın uygulayacağı faizlerin ortalama yüzde 17-18 bandına yerleşeceğiydi. Üstelik uluslararası sermaye piyasalarına gerekirse yeni faiz artışları yapılacağı güvencesi de verilerek.

TCMB üzerinde kurduğu baskıdan vazgeçmeye "ikna" edilen yerli monark, böylece, bir süredir engellediği faiz artışlarından daha fazlasını kabule mecbur bırakılıyordu. Bu arada, piyasa faizleri (en çok işlem gören 2 yıllık tahvillerin gösterge faizleri) dün itibariyle yüzde 18 bandına yaklaşmaktaydı. İki gün sonra, 7 Haziran'da toplanacak Merkez Bankası Para Politikası Kurulu'ndan yeni bir faiz artışı beklentileri de önümüzdeki günlerin gelişmelerine endekslenmişti.

Peki ama, sistemin dayattığı kurallara uyulunca ekonomik göstergelerdeki olumsuz gidiş düzelecek miydi? Kurda, enflasyonda istikrar sağlanacak mıydı? Peşpeşe gelen faiz artışları dolar kurunu 4,44 TL düzeyine kadar çektikten sonra kurun tekrardan 4,60'lar bandına yükselmesi sadece iki gün alacaktı. (Dün itibariyle 4,65-4,59 bandındaydı). Bunu dahi rahatlatıcı bir kur düzeyi olarak görenlere şunu hatırlatmak gerekebilir: Henüz 22 Mayıs'ta dolar kuru 4,66 TL'yi bulduğunda bu tüm zamanların rekoruydu. Dolar kuru 4,92'yi gördükten sonra yeniden iki hafta önceki rekora geri dönmek -ki orada da istikrarlı bir duruşu olamayacağını bilerek- nasıl bir rahatlatıcı duygu olabilir ki?

Bütün bu gelgitlerin gösterdiği birkaç şey var: Yalnızca faiz hadleriyle oynayarak kuru tutmak veya milli parayı istikrara kavuşturmak mümkün değil. Özellikle de Türkiye gibi bütün iç ve dış ekonomik dengeleri sürekli bozulan, yapısal kırılganlığı tüm değerlendirme kuruluşları ve bağımsız iktisatçılarca sorunlu düzeyde görülen bir ülke söz konusuyken... Kaldı ki faizlerin bu denli yüksek olması, geçimini ve mal/mülk sahibi olmayı ancak borçlanmayla sağlayabilen geniş kitlelerin satın alma güçlerini çok olumsuz etkileyecekken... Şirketlerin finansman maliyetlerini yukarı çekip, yatırımlarını ve faaliyetlerini (dolayısıyla istihdam ve büyümeyi) daraltmaya sevkedebilecekken... Bu arada çok borçlu olduğunu bildiğimiz şirketler kesiminde hem kur hem de faiz baskısıyla yaygın iflas riskleri kapıdayken...

***

Başka olumsuzluklar da var. TL'nin yılbaşından bu yana yüzde 20'yi aşan değer kaybına uğradığı bir ortamda normalde ihracat artarken ithalatın gerilemesini ve ticaret açığının daralmasını beklersiniz. Geçen hafta açıklanan dış ticaret verilerine göre 2018'in ilk dört ayında ihracat yüzde 8,6 artarken ithalat yüzde 20,8 artmıştı. Böylece dış ticaret açığı 2017'nin ilk 4 ayına göre yüzde 56 artarak 17,5 milyar dolardan 27,4 milyar dolara çıkmıştı. Bunu, yıl sonunda 60 milyar doları aşacak (cari kur seviyesiyle milli gelirin yüzde 6,5'ine yaklaşacak) bir cari açığın öncü göstergelerinden biri de sayabilirsiniz. Bu arada, dünyada korumacı eğilimlerin boş tehditler olmaktan çıkıp ciddi ticaret savaşlarına yol açacak boyuta tırmandığı bugünlerde, ihracat güçlüklerinin daha da belirginleşebilecek olması da cabası... 

Ayrıca, kredi derecelendirme kuruluşlarının not indirimlerinin ve uluslararası piyasalarda kredi faizlerinin yükselmesinin çifte etkisiyle dışardan borçlanma maliyetlerinin yükselmesi de gündemdedir.

Nihayet dün açıklanan enflasyon verileri Mayıs 2018 itibariyle TÜFE'de yıllık yüzde 12'nin, ÜFE'de yüzde 20'nin aşıldığını, bunun TÜFE'ye yansıyacak maliyet enflasyonu baskısını iyice yükselttiğini ve önümüzdeki aylarda kur, faiz ve dünyada petrol fiyatları artışının birikimli etkisiyle yeni sıçramaların gündemde olduğunu bize göstermektedir.

Reel gelir aşınmalarının iç talebi sınırlamaya başladığı, konut sektöründe kritik stokların biriktiği, iç ticarette ve özellikle AVM'lerde kriz potansiyelinin yükseldiği, esnafın ve çiftçinin büyük bölümünün geçim derdine düştüğü, işsizliğin kalıcı toplumsal hasarlar vermeye başladığı bir ekonomik tablodur bu.

Bunlara, eğitim sisteminin ekonomik sistemin talepleriyle uyumunun kopmaya başladığını, bu alandaki toplumsal hoşnutsuzluğun giderek yükseldiğini; sağlık sisteminde ilk yılların aldatıcı yaldızlarının döküldüğünü; sosyal güvenlik sisteminin ne kendi kaynaklarıyla ne de bütçe transferiyle olsun taşıyamayacağı mali yükler altına sokulduğunu eklerseniz, tablonun iç karartıcı yüzü biraz daha ortaya çıkar.

***

Şimdi böyle bir ekonomik/toplumsal tabloda geniş halk kitlelerine kemerleri daha da sıktırma politikalarını gündeme getirecek bir IMF programına mahkum olunmasının sancılarını düşünebiliyor musunuz? Buna şiddetle karşı durabilmek gerekmektedir. Kitlelerin, Türkiye'de ilk kez olarak, böylesine bir açık veya örtük IMF programına karşı toplu tepki göstermesinin örgütlenebilmesi gerekmektedir.

Olası bir IMF programının alternatifinin ortaya konulması veya yedekte hazır tutulmasının önemine o nedenle geçen haftadan itibaren değinmeye çalışıyoruz. Sermaye akışında ani bir duruşa ve dolayısıyla bir dış borç krizine denk düşen akut bir ekonomik krize karşı uygulamaya konulabilecek bir anti-kriz programından söz ederken, Türkiye'nin ne 1991 ne de 2001 koşullarında olmadığının farkındayız. (1990'larda Merkez Bankası müdahalelerine açık dalgalı kur rejimi yürürlükteydi; ancak Ocak 2000'den krizin yaşandığı Şubat 2001'e kadar çıpaya dayalı -belli bir band içinde hareket eden- kur rejimi geçerliydi; krizden sonra dalgalı kur rejimine geçildi). Bu siyasi dönüm noktalarından birincisinde SHP, ikincisinde DSP iktidardaydı ve dış borçların önemli bölümü kamu borcuydu. Oysa şimdi artık dış borçların yüzde 70'i özel sektör borçlarından oluşmakta. Peki IMF dışı bir anti-kriz programının dış borçların tahkimini içermesi, özel sektör borçlarının devlet tarafından üstlenilmesi anlamına mı gelecektir?

Hayır. Tam tersine bu tehlike eğer IMF programı uygulanırsa vardır; zira uluslararası kapitalist sistem, özel sektör dış borçlarını da ülke borcu sayarak kamuya yıkacaktır (tıpkı 1997 Asya krizinde G. Kore'de ve 2000/2001'de Türkiye'de olduğu gibi); hükümet de bunu, şirketler kesimine çok dokunmadan, halka yıkacaktır. Oysa, IMF programı yerine kamucu/toplumcu bir anti-kriz programı uygulanabiliyorsa hem dış borçlar tahkim edilebilir hem de fatura halktan ziyade borçlu şirketlere yansıtılabilir.

Mevcut koşullarda sol bir anti-kriz programın uygulanma olasılığını pek göremediğimiz için, ekonomik durumdaki kötüleşmenin derin bir krize dönüşmeden atlatılmasını hâlâ ehven-i şer gördüğümüzü belirtmekle noktalayalım.