Dikta rejimi kimlerin işine yarar?

Başlıktaki soruyu Erdoğan ve partisi için sormadığımız açık olmalı. Çünkü bu projenin arkasındakiler onlar. Hatta, AKP içinde bile bu işe aklı yatmamış olanların, rejimin fazla zorlandığını düşünenlerin veya Tayyib'in aşırı güçlenmesinden ürkenlerin varlığı dikkate alındığında, projenin tam sahibi olarak Erdoğan öne çıkıyor. Bu saptamayı yapmakla birlikte, Erdoğan-AKP rejiminin şimdilik bir bütün ve nihai hedeflerinin ortak olduğunu gözden uzak tutmamak gerektiğini de belirtelim.

İktidar kanadının, "hayırcıları", kökü ABD'deki İslamcı darbecilerle, tedhişi ana araç olarak kullanan ayrılıkçı ve cihatçı örgütlerle bir ve bütün olarak göstermesi, zaten eşit propaganda olanaklarıyla yapılmayan bu referandum kampanyalarının, bir başka açıdan da sakatlanmasına yol açmıştır.  Gerçi AKP'nin düşmanlaştırıcı kampanyası kitlelerce pek benimsenmediği ve kendi aleyhine de çalışmaya başladığından söylemini biraz farklılaştırmaya başlamadı değil; ama AKP'lilerin tadat ettiği örgütlerin acaba külliyen "hayır"dan yana mı olacağı sorusunu da aklımıza düşürdü. Biz, kapsamı (ülkeleri de içerecek şekilde) daha geniş tutarak bu soruya mümkün olduğunca analitik bir yanıt aramaya çalışalım.

***

İlkönce, genel düzlemde, dışa açık bir ekonomide ve uluslararası entegrasyonlara angaje olmuş -üstelik Batı bloğu içinde yer alan- bir ülkede, demokratik yapıların varlığını korumak bir avantaj olarak görülür. Nitekim, kredi derecelendirme kuruluşlarının bile, Türkiye'nin demokrasiden ve siyasi istikrardan uzaklaşmasını ekonomik göstergeleri için büyük bir risk olarak değerlendirip not kırmaları bunun doğrudan bir yansımasıdır. Demek ki, Türkiye konumundaki bir ülkenin dikta yönetimine evrilmesi, doğrudan doğruya ülkenin ekonomik çıkarlarına aykırıdır. Dolayısıyla, Türkiye'nin iyiliğini düşünmeyen örgütlenmelerin ve ülkelerin işine en fazla yarayacak seçenek, ülkenin imajının Erdoğan'a ısmarlama elbise gibi biçilen bir Anayasayla bugün olduğundan daha fazla bozulmasıdır.

İkinci olarak, Haziran 2013'e kadar toz kondurulmayan "reformcu" ve "tabu kırıcı" (yani Batı çıkarlarına eksiksiz hizmet eden) Erdoğan figürünün son dört yılda Batı'nın siyasi çevrelerinde ve kamuoyunda hızla taşınamaz bir yük ve nefret objesine dönüşmüş bulunmasına, yeni Anayasa projesiyle çok olumsuz bir katkı daha yapılacaktır. Bu, Batı'nın Türkiye'den vazgeçmesi, Türkiye'yi de içine alan kendi bölge çıkarlarını gözetmekten uzaklaşması anlamına gelmeyecektir kuşkusuz. Ama hem Erdoğan ve AKP yönetimiyle sıkı işbirliği görüntüleri vermekten alenen kaçınacaklar, hem de Erdoğan'ın bozulan imajını ondan zaman zaman daha fazla ödün koparabilmek için kullanacaklardır. AKP yönetiminin, yalnızlaşmasını gidermek ve Rusya ile ilişkilerini düzeltmek için yaptığı tavizci U dönüşleri, hegemon dünya güçleri tarafından da mutlaka not edilmiştir. Şimdi, RTE'nin otoriter bir rejim kurmaksızın kendisini güvencede göremeyeceği bir iç siyasal ortamın oluşması, bu güçlerin elinde de yeri geldiğinde kullanılabilecek kozlar oluşturacaktır. Ezcümle, Türkiye'de kurulacak bir "anayasal" dikta rejimi, ülkeyi güçlendirmez zayıflatır.

Her iki seçenek de gösteriyor ki,  Erdoğan'ın yargılanma korkuları, hakim-i mutlak olma hevesleri ve son tahlilde bir İslami rejim inşa etme emelleri, Türkiye'yi sahip olduğu en güçlü pozisyondan uzaklaştırmakta ve Ortadoğu'nun dış etki ve telkinlere açık, zayıf ve işbirlikçi yönetim türlerine yaklaştırmaktadır. Bu, ülkenin bağımsızlığına yeni darbeler indirmekte ve  Türkiye'ye zarar vermektedir.

***

Gelelim iktidarca "hayır" kampına dahil edilen örgütlere. FETO ve örgütü, kendi askeri diktasını kuramadığı için bugünkü dikta girişimine hayır mı der? İlk bakışta öyle gibi görünebilir; Erdoğan'ın tek adamlığının onu daha fazla güçlendireceğini düşünerek yeni anayasaya karşı olabilirler. Ama bugünkü yenilgi psikozunda, bunun tam tersinin daha geçerli olması gerekir: Tek adam rejimine yönelen bir Türkiye, Batı dünyasında itibarı düşen bir ülke anlamına gelir ve bugün savunma ve gizlenme pozisyonlarına geçmiş Gülen Cemaati için ehven-i şer olarak görülebilir. Dolayısıyla bu kamptaki öznel duygular ile nesnel ihtiyaçlar farklı olabilir ama sonuçta tavır "evet"e eğilimli olmalıdır.

DHKP-C için konuşmaya bile değmez ama, demokratik mücadeleyle ilgisi olmayan böyle bir örgütün işine dikta rejiminden daha iyi gelen başka bir şey olabilir mi? IŞİD'in ise, Türkiye hücreleri de dâhil olmak üzere, sonucu pek umursadığı söylenemez; şu an için Ortadoğu'da kendi varlık sorunlarıyla meşgul olan bu örgüt için her iki sonuçta da Türkiye düşman bir ülke tanımı içinde kalacaktır. Ama onlar bile, daha güçlü Erdoğan'ın daha güçlü Türkiye anlamına gelmeyeceğinin farkında olmalıdırlar.

Gelelim daha önemli konuya, PKK'nın gerçek niyetlerinin tahliline. Sonucu baştan söyleyelim: RTE'nin tek adam rejiminin PKK'nın da tercihi olacağını anlamak için büyük stratejist olmaya gerek yoktur. PKK, eğer barış/çözüm yolu açıksa demokrasiyi sadece kendi çıkarları açısından talep edecektir. Eğer bu yol tıkanmış ve şiddet-terör geri gelmişse, PKK açısından en iyi ikinci tercih, Türkiye'nin faşist bir rejim görünümü kazanması ve bu rejime karşı mücadele eden "kahraman örgüt" payesine ulaşmasıdır. Dolayısıyla, bu anayasaya evet demek, dolaylı olarak ve nesnel  olarak PKK'nın emellerine (meşruiyet kazanma mücadelesine) hizmet etmek demektir. Ama PKK bunu yüksek sesle dile getirmez. HDP böylesine baskılanırken hiç getiremez. Ülkedeki sempatizanlarının kafalarını karıştırıp gönül kırıklığına uğratamaz.

PKK'nın örtük olarak "evet" çizgisinde olmasını gerektiren bir başka gelişme, bu örgütün artık  uluslararası bir oyuncu olarak Ortadoğu'da yerini almış olmasıdır. Hem ABD hem Rusya'nın Suriye'deki (ve kısmen Irak'taki) silahlı vurucu gücü haline gelmiş olan ve bunu büyük ölçüde AKP'nin ülke çıkarlarına aykırı dış politikasına borçlu olan PKK'nın kendi bölgesel çıkarları açısından, Türkiye'deki rejimin faşist karakterinin daha fazla vurgulanmasından daha iyi bir senaryo mevcut değildir.

HDP'nin tavrı ise ayrı değerlendirilmelidir. Kürt siyasi hareketi Türkiye'de legal politika yapacaksa, daha demokratik yapılara ihtiyaç duyacaktır. Ama herşeye rağmen eğer Dolmabahçe sürecinin sonuçları alınmış olsaydı, durum farklı olabilirdi. "Çözüm" karşılığında Erdoğan'ın başkancı sistemine evet denilmesi veya en azından, daha önce yapıldığı gibi, seçimleri boykot gibi "durum kurtarıcı" bir karar alınması mümkündü. HDP'nin, Türkiye genelindeki bir demokrasi mücadelesini kendi tek gündeminin önüne koyması (en azından bunu sürekli kılması) beklenemez. Ama 2015 Mart'ından yani masa devrildikten itibaren  HDP'ye  Erdoğan'ın başkancı dikta projesine "hayır" demekten başka seçenek bırakılmamıştır.

Son bir not da, AKP'nin PKK'ya doğrudan-dolaylı, bilinçli-bilinçsiz destekleri üzerine. PKK'ya en çok hizmet veren AKP Hükümetleri oldu. Buna şimdi de devam ediyor. İlk hizmeti, silah bırakmayan PKK ile resmi görüşmeler başlatmak ve Güneydoğu Anadolu'da paralel devlet yapıları kurmasına göz yummak oldu. Bununla, silahların susmasını ve 2011 ve 2014 seçimlerini kazanmayı garantiledi. Sonra 2011'den sonra Esad'a çullanıp PKK/PYD'nin önünü açarak hizmet etti. Şimdi de dünya çapında infial yaratan dikta rejimini inşa edip PKK'ya dünyada ilave meşruiyet kazandırarak dolaylı hizmet ediyor.  Üstelik halka tam tersini hikaye ederek de referandumda puan toplamaya çalışıyor. Ne kadar bereketli bir ilişki biçimi değil mi?