Cesaret kurultayı?

Geçen haftaki değerlendirmemize ekleyecek bir şey yok aslında. Geçen yazımızın son cümlesinde "CHP'nin 36. Olağan Kurultayı'nın böyle bir tartışmayı da içermesini bekleyebilir miyiz?" sorusunu sorarken, aslında, Kurultay'ın bağımsızlıkçı, aydınlanmacı, kamucu ve emekten yana bir çıkış programını gündemine alıp alamayacağını soruyor ve bir bakıma bugünkü Parti yapısında bunun olanaksızlığını da ima etmiş oluyorduk. 36. Kurultay, bu imayı bir kez daha teyit etmiş oldu.

Bununla birlikte, her dört seçmenden birinin umut bağladığı (bu umutlar giderek sarsılıyor olsa dahi), her iki seçmenden birinin hâlâ belirli beklentilerinin olduğu bir siyasal formasyonu önemsemek durumundayız. Onun kendisine atfettiği önemde aşınmalar olsa bile, enerjisini umuda dönüştürmede açık bir yetersizlik içine düşmüş olsa bile, kendi kadrolarının dahi geleceğe dönük ciddi güven bunalımları içine girmesine engel olamasa bile...

CHP liderliğinin (veya liderinin) temel sorunu, liberal bir ekonomik ve siyasal programın sınırlarını aşabilecek bir kapasiteye sahip olmamasında yatıyor. Aslında bu, kapasiteden öte, bir ideolojik konumlanma olarak ortaya çıkıyor. Sistemin neoliberal birikim modeline bir alternatif önermeden (daha doğrusu bunun yapılabilirliğine samimi olarak inanmadan), sadece bölüşüm evresine ait düzeltmelerle "işin" idare edebileceğini sanan, dolayısıyla sistemin iç ve dış egemenlerini karşıya almadan/ürkütmeden kendini siyasi bir alternatif olarak topluma kabul ettirebileceğini sanan naif bir "sosyal-liberal" yaklaşımdır söz konusu olan.

Bu gerçek-ötesi (post-truth) yaklaşımın bir diğer tezahürü de, içerde geniş muhafazakar kitleleri ürkütmeden, yani aydınlanma/laiklik çizgisini kararlılıkla savunmayı reddederek, şeriatçı/cihatçı bir siyasi yapılanmayla başa çıkabileceğini sanmaktır. İktidardaki partinin yalnızca otokratik eğilimlerini dile getiren, bu eğilimlerin Cumhuriyetin enkazı üzerinde tepinerek dinci bir yeni rejim inşasına yönelik olduğunu zinhar ağzına almayan bir "liderlik" ya hayal alemindedir ya da kurulmakta olan şeriatçı düzenin pasif destekçisidir. Tabii üçüncü bir olasılık da, gerçek siyasi durumu kabullenmenin getireceği cepheden mücadele biçimini göğüslemek için gerekli cesaretin olmamasıdır. (Bu, bu tür bir cepheden mücadelenin belki ilk anda ortaya çıkarabileceği oy kaybının, "liderin" Partinin tepesindeki konumunu sarsabileceği kaygısıyla da ilişkisiz olmayabilir.)

***

Bu durumda 36. Kongre'nin bir "Cesaret Kurultayı" olarak adlandırılmasındaki ironiye gelebiliriz. Acaba şimdiye kadar gösterilemeyen siyasi cesarete bu Kurultay ile birlikte kavuşulacağı mı vurgulanmak istenmekteydi? Yoksa yönetim, eksikliği en çok duyulan bir özelliğini öne çıkararak bir illüzyon mu oluşturmak istiyordu?

Siyasi cesaretin öncelikle dinci bir yeni rejim kurulmasına karşı gösterilmesi gerekirdi. Bu cesaretin Haziran 2015 seçimlerinden sonra AKP ile koalisyon pazarlıklarına oturulmaması ve Meclis Başkanlığının mutlaka kazanılmasına odaklanılmasıyla gösterilmesi gerekirdi. Bu cesaret, 15 Temmuz 2016'dan hemen sonra hem darbeye karşı çıkıp hem de AKP'ye "bu darbeden seni sorumlu tutuyorum" meydan okumasından geçiyordu; tıpış tıpış Yenikapı'ya gidip, ancak 6 ay sonra "kontrollü darbe" demekten değil... Bu cesaret, dokunulmazlıkların kaldırılmasının Anayasaya aykırılığını korkmadan AYM'ye götürmekle sınanabilirdi. Bu cesaret 16 Nisan 2017 Referandumunun manipüle edilen sonuçlarını paşa paşa kabullenmemekle ölçülebilirdi. Bu cesaret, Afrin askeri harekâtının, Suriye rejimini yıkmak için dünyanın bütün terörist cihatçılarını bu ülkenin başına musallat eden zihniyetin sonucu olduğunu haykırabiliyor olmakla anlaşılabilirdi...

36. Kurultay pratiğine bakılırsa, Kurultay'da 447 oy alarak azımsanmayacak bir delege tabanını temsil ettiğini (yeniden) gösteren bir Genel Başkan adayının, imza toplama sürecine müdahale edilmemesi, delegelere baskı kurulmaması da bir siyasi cesaret meselesiydi. Ama bu arada, 300 civarında delegenin oy verecekleri adaya açıktan imza vermeye yüreklerinin yetmemesi veya çeşitli kariyer hesaplarıyla kendilerini gizlemiş olmaları da, cesaret eksikliğinin nasıl bulaşıcı olabildiğini gösteriyordu. (Bu durum, hem 2014 hem de 2008 Kurultaylarında da yaşanmıştı).

Türkiye bir dönüm noktasındayken, kapkaranlık bir rejim toplumun üzerine kâbus gibi çökerken, imzalarına/oylarına sahip çıkamayanların ve işlevsiz bir Parti Meclisi'ne girebilmek için birbirini ezenlerin oluşturduğu manzara gerçekten umut verici değildi.

Bu arada adayların konuşmalarına bakıldığında, daha cesur konuşmanın birçok noktada (laiklik dahil) muhalif adaydan geldiğini tespit etmemek de mümkün değil. Ama şunu da eklemeden geçmeyelim: Her iki adayın konuşmalarında da ayrıntılarıyla düşünülmüş bir gelecek vizyonunu, sağlam kadrolara dayalı  tutarlı bir program önerisini görmek olanaksızdı. Sundukları anahtar listelerin yapısı da bunun başka bir tezahürüydü. Adaylar ve delegeler bunun artık telafisi olmayan bir yetersizlik olduğunun ne kadar farkındalar, o da ayrı bir konu...

***

Önceki yazımızda, "sosyal demokrat" kavramının gelişmiş kapitalist toplumların Avrupa'ya özgü coğrafi/tarihi koşullarda belirli bir siyasi tarihsel işleve sahip olduğunu, ama kapitalizmin 1980 sonrasındaki neoliberal evresinde "küreselleşmeyle uyumlu bir vizyona" indirgendiğine değinmiştik. Artık uluslararası finans kuruluşları tarafından bile kullanılamayacak kadar yıpranmış bulunan "küreselleşme" kavramının, "emperyalizm" kavramının olumlu algı yaratan bir eş-anlamlısı olarak tedavüle sokulduğunu sanırım anımsatmaya gerek yoktur.

Şimdi, "sosyal demokrasi" kavramında ve buna sahip çıkan siyasal hareketlerin tarihsel öneminde ciddi bir aşınma süreci yaşanırken, kapitalist birikim sürecinin belirli bir tarihsel momentumundaki özgün koşullara karşılık gelen bir uyum mekanizmasını, bugün hâlâ "evrensel sosyal demokrasi ilkeleri" başlığı altında gündemde tutmaya çalışmanın ilericilikle falan bir ilgisi bulunmamaktadır. Böyle bir ilkeler demeti yoktur, zorlanarak belirli başlıklar yazılsa bile bunun artık gerçekten sisteme alternatif olabilecek bir sol programla ilgisi yoktur. İçi boş veya amorf bir kavramı yürürlükte tutmanın sistemin egemen siyasal/ideolojik tutkalına yapışıp kalmaktan başka işlevi olmayacaktır.

Bugünün çevre ülkelerinde yeni bir sol programın oluşturulması gerekmektedir. Bunun niteliklerinin asgari neler olması gerektiğine geçen yazımızda ve bu yazının girişinde değindik. Bunun, geniş kitle partisi olarak siyaset sahnesine çıkanlarda bile, sosyalist bir programa yakın durmaktan başka çaresinin bulunmadığını ve bu programın ister istemez gelişmiş kapitalist ülkelerdeki "sosyal demokrat" partilerin programlarıyla ve uygulamalarıyla çelişmek/çatışmak durumunda olduğunu vurgulamakla yetinelim.