Brexit'in anlamları

Brexit üzerine ilk notlarımı satırbaşları halinde geçen Cuma günü yani “çıkış” haberinin duyulduğu gün yapmaya başlamıştım. Aşağıdaki saptamalarım esas olarak onların açılmasından oluşuyor. Ama öncelikle, İngiltere’nin AB içinde kalması veya kalmamasının benim için bir tercih sorunu olmadığını belirteyim. Nesnel bakışı kaybetmemek açısından bunu başlangıçta belirtmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

- Bir Fransız tarihçinin 30 yıl önce söylediği, “Birleşik Avrupa fikri bin yıllık bir projedir, ama hala bir projedir” öngörüsünün bir kez daha doğrulandığını düşünüyorum. Niye bir kez daha? Çünkü AB’nin gerçek bir birlik olamadığının sayısız örneği, ekonomik, politik, mali, hukuki düzlemlerde ortaya çıkmaktaydı sürekli olarak. Bunun mali bölümüne bakalım. Bir kere, gümrük birliği dışında vergi uyumunu bile sağlayamamış bir “Birlik”ten söz ediyoruz. İkincisi ve belki daha da önemlisi, “Birliği” oluşturan ülkelerin toplam milli gelirinin (MG) yüzde 1,5’ine bile ulaşamayan bir AB bütçe büyüklüğünden söz ediyoruz. Ülkelerin kendi bütçelerinin kendi MG’lerine oranının ortalama yüzde 45’i bulduğu bir AB coğrafyasında yüzde 1,5’lik bir Birlik bütçesi ile Birlik olunmazdı zaten. Üstelik ülkeler bunu bile fazla görüp kendi katkı paylarını düşürmeye çalışıp duruyorlarsa. İngiltere bunun tipik bir örneğiydi. Referandum öncesi İngiltere AB’den bu yönde yeni tavizler koparabilmeyi bile başarmıştı. Buna rağmen, referandum kampanyasının ana temalarından biri, ‘İngiliz halkının parasını Birliğe kaptırmama’ demagojisi üzerinden yürüdü.

- Ama sahte sorunlar üzerinden kitleyi güdüleme çabalarının sonu yok gibiydi. En aptalcası da “ya Türkler AB’ye tam üye olursa” konusuydu. Brexit durumunda tartışılması gereken ekonomi, istihdam, Birleşik Krallığın bütünlüğü vs. gibi ana konular, aptal bir "ya Türkler gelirse" sahte konusunun gölgesinde bırakılabildi. Böylece toplumu aldatma araçlarının, en köklü demokrasi sayılan İngiltere’de bile olanca kolaylığı ile tedavüle sokulabildiği bir kez daha görüldü. Böylece kapitalizmin çözümsüz kalan krizinin, ucuz milliyetçilikle perdelenmesinin neredeyse ‘çocuk oyuncağı’ olduğu bir kez daha anlaşıldı. Kitleler milliyetçilik üzerinden kolayca gaza getiriliyorsa, bunun bir nedeninin de -medyanın aptallaştırıcı etkisi yanında-  neoliberalizmin insanları işsizlik ve düşük refah düzeyi gibi konuların baskısı altında bırakması, sistemin sorgulayıcı eğitimi gözden düşürmesi de bulunuyordu. Her durumda, insanların bilgisizliği gerçekten sınır tanımıyor. O kadar ki, “çıkma” kararı sonrası ne yaptığının farkına ancak varanların da imza verdiği yeni bir referandum talebi acilen gündeme girdi bile. (Bunun zor olduğunu söyleyelim; çünkü yeni referandumda AB’ciler kazanırsa, bu defa kaybedenler imza toplar, vs.).

- İngiliz burjuvazisi gibi güçlü bir burjuvazinin ana eğiliminin AB’de kalmak olmasına ve bütün medya hâkimiyetine rağmen, üstelik iki ana partinin tepelerinde AB lehinde konumlanışlara, bunlara İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın hâkim siyasi partilerinin de katılmasına rağmen, bu kampanyadan yenilgiyle çıkılması, demos'un sermaye açısından beklenmedik çıkışlarına (güvenilmezliğine) yeni bir örnek oluşturmaktaydı. Kapitalizmin krizinin tarihin bu momentumunda yeniden yönetilemez bir duruma gelmeye başladığının açık işaretlerine yenileri eklenmekteydi.

-İngiltere ve Avrupa büyük sermaye sözcülerinin, AB üst yöneticilerinin hezimetten dolayı gecikmeksizin Cameron’u sorumlu tutmaları da hayli ilginç bir acil refleksti. Brexit'i hep kaşıyan ve referandum sözünü de veren Cameron’un, son aylarda AB'ci olarak yaptığı kampanyada hiçbir inandırıcılığını olmadığı üzerinde duruldu. (Bu biraz da, S. Demirel'in konumuna benzetilebilir. En aktif dönemlerinde hep 1961 Anayasası aleyhine çalıştı, anti-komünist özünü hiç elden bırakmadı, milliyetçi ve dinci sağı kanatları altında büyüttü, 1971 ve 1982 Anayasa darbelerinin fikri zeminini hazırladı. Ama 1980 darbesinden sonra, daha ziyade de AKP iktidarından sonra aklı başına gelmiş ve Cumhuriyet’e sahip çıkmaya öncelik vermeye başlamış olsa da artık gecikmişti. Cameron'un konumu bir de böyle anlatılabilir belki, ama Demirel için kendi inandırıcılığını inşa edebilecek daha uzun sürelerin geçerli olduğunu da dikkate alarak).

- İngiltere örneği, siyasi partilerin kendi kitlelerini yönlendirebilme yeteneğinin sarsıldığını bir kez daha gösterdi. Daha önce AB Anayasası referandumlarında bu durum defalarca ortaya çıkmıştı. İngiltere’de tarihi ana partiler oylamada kendi içlerinde bölündüler. Bölgecilikler, siyasi ortak bilinçten daha fazla kitleleri sürükleyebildi. İskoçya ve Kuzey İrlanda, şimdi Birleşik Krallık'tan bağımsız kalmak için ek gerekçelere kavuştular. Birleşik Krallık, Avrupa tarihinin yeniden yazılmasında güçlü etkilerde bulunacağı yeni bir döneme giriyor gibi.

- Peki sonuçlar? AB MG'i 1/5 oranında, nüfusu ise 1/8 oranında küçülmüş olacak. İngiltere MG'i de bu yıl ekside kalır. Finansal dengenin oturması zaman alır. Peki İngiltere'ye AB üyesi olduğu için yerleşmiş firmalar ve insanlar ne olacak? Öte yandan AB açısından bundan sonrası daha sorunlu. Üç bakımdan i) Aşırı sağ, AB'yi çökertmek için güçlenerek bekliyor. Başka çıkış referandumları gündeme gelebilir. ii) AB'nin ayar vermek için tepeden hizaya soktuğu bazı ülkelerin (AB’nin çevre ülkeleri) eli güçlendi; artık hot-zot biraz zor. iii) Birliği bugünkü gevşek yapısından biraz daha sıkı bir yapıya getirecek “reformlar” şimdilik rafa kaldırılacak gibi.

- AB-Birleşik Krallık görüşmeleri bundan sonrasında acaba nasıl götürülür? Suhuletle, yani Birleşik Krallık’a kendini kurtarma şansı verilerek mi? Görüşmeler Türkiye modeli bir GB anlaşmasıyla mı sonuçlanır? (En azından bir serbest ticaret anlaşmasının korunacağına inanıyorum. Ama şu kaderin cilvesine bakın: İngiltere 1846'dan itibaren kıta Avrupa ülkelerini serbest değişim için zorlamış, muradına 1860'ta ermiş, ancak bu dönem en fazla 30 yıl içinde kapanmıştı). Yoksa AB, emsal olmasın ve domino etkisi yapmasın diye İngiltere'yi cezalandırıp, diğer sırada bekleyenlere ders mi vermek isteyecek? Peki bu ne kadar mümkün?