Bir nesil harcanırken

Mart ayı işgücü verileri açıklandı. Ekonomik krizin dolaysız bir göstergesi olarak resmi işsizlik oranı geçen yılın aynı dönemine göre 4 puan arttı.  Daha vahim bir gelişme, genç nüfus işsizliğindeki 7,5 puanlık artış. 15-24 yaş grubunda olup ne işte, ne eğitimde, ne zorunlu hizmette (askerlik) yer almayan işsiz gençlerin oranının yüzde 25’i aşmış olması, bugünkü Türkiye gençliği açısından dramatik bir duruma işaret ediyor. 

Üstelik bu oran bile “iyimser” bir alt eşiği temsil ediyor. Çalışan gençlerin ne kadarı kendi tercih alanlarında, kendi kapasitelerine uygun bir işte çalışıyor? Kendilerini geliştirme olanaklarına ne ölçüde sahipler?

Peki sorun yalnızca bu kuşak gençliğin bireysel veya ortaklaşa sorunundan mı ibaret? Harcanan yalnızca bir gençlik kuşağı mı? Toplumun/ülkenin bugünü ve yarınları da harcanmış olmuyor mu?

Nüfus dinamikleri açısından 21. Yüzyılın ilk üçte birlik diliminde hâlâ genç (dolayısıyla doğurgan) bir nüfus kuşağına sahip olan, sonrasında giderek Avrupa toplumlarının yüzyıl başındaki demografik özelliklerin kazanacak olan Türkiye toplumu, aslında büyük bir son fırsata sahip bulunuyordu.

Doğru bir eğitim planlamasıyla, doğru bir sanayi-teknoloji politikasıyla, doğru bir gençlik politikasıyla Türkiye’yi içinde bulunduğu bağımlılık ilişkilerinden, dış dünyayla girdiği tabiiyet ilişkilerini edilgen bir biçimde kabullenme konumundan çıkarmak, toplumun geleceğe daha güvenle bakmasını sağlamak mümkün olabilirdi.

Bunların hiçbiri olmadığı gibi 21. Yüzyıl başında sürece dâhil olan iki musibet işlerin daha da kötüye evrilmesine yol açtı: (i) Ekonomik politikaların IMF/DB güdümüne girmesi ve heveskâr yerli işbirlikçilerinin türemesiyle birlikte Türkiye ithalata bağımlı bir sanayisizleşme sürecine sokuldu, tarım ve madencilik gibi diğer üretken sektörler de benzer bağımlılık zincirlerine bağlandı. Kamunun/ülkenin bütün sınai varlıkları yok pahasına satıldı.  İnşaattan ve kentsel yağmadan kalkan cüruf ortalığı toza dumana boğdu. (ii) Dışa bağımlı neoliberal politikalara coşkuyla sarılan otoriter İslamcı hareket, bunu dinci bir kültür-eğitim politikasıyla birleştirerek toplumu bir Ortadoğu toplumuna dönüştürücü hamlelerini aralıksız sürdürdü. Kafalarındaki modelin ufkunu eski bakan Erdoğan Bayraktar açıklamıştı zaten: “Bizim toplumdan ara elemandan başkası çıkmazdı”.

Bütün bunların zemini esasen 1980’ler ve 1990’lardan itibaren (gene IMF ve işbirlikçi sınıflar/iktidarlar güdümünde) girilen ve ilk üç kalkınma planında öngörülen görece bağımsız planlama süreçlerini reddeden anlayışlarla adım adım hazırlanmaktaydı. Ama 2000’lerde çok daha yıkıcı son darbeler vurulmaktaydı. 

2000’lerin başlarında bol ve ucuz dış kaynakla ve içerde kamu mallarını yağmalamakla “uçurulan” ekonomiyi kendilerinin uçurduğunu sanan siyasal İslamcıların rehavetini 2008-2009 krizi bile bozamamıştı. 2018 ortalarından itibaren girilen ve faizlere savaş açılmasıyla derinleşen krizin dinamiklerini anlamış oldukları dahi söylenemez. Böylesine kanadı kırık bir ekonomiyle bölgede boyunu aşan ve ayağına dolanan siyasi manevralar yapmaya kalkışmanın ne gibi vahim sonuçlar doğurduğunu “arkası yarın” dizilerindeki gibi heyecanla izlemekteyiz. Buradan bundan sonra “hayırlı” sonuçlar çıkmasını beklemek, mucize beklentilerinden farklı değildir.

***

Başlığın konusuna tekrar dönersek, AKP’nin 2003-2007’in cilalı ekonomi döneminde bile işsizlik oranını yüzde 10’un altına indirmeyi başaramadığı düşünüldüğünde, istihdam yaratmayan bir ekonomik büyümenin anlamı sorgulanabilirdi. Ama şimdilerde, 2018’in son çeyreğinden itibaren içine girilen yaklaşık yüzde 3’lük bir ekonomik küçülme eğiliminde, işsizliğin, çok daha şiddetli bir küçülmenin yaşandığı 2009 krizindeki seviyeyi aşmaya yönelmesi, doğrudan doğruya bu ekonomik yapılanmanın sorgulanmasını gerektirmektedir. Hem AKP tarzı kapkaççı sermaye birikim modelinin, hem çevre ekonomilerine dayatılan bağımlı (emperyalist) ekonomik yapılanmanın ama hem de doğrudan kapitalist üretim tarzının sorgulanması şarttır. 

Bu sorgulamanın bir veçhesi de, dinamik bir genç neslin mevcut ekonomik-kültürel programlarla heba ediliyor olmasının sorumluluğunu hissetmeyen bir iktidar türüne karşı bu sorumluluğu hissettirme mücadelesi olmalıdır. Bu sorumluluğu açığa çıkarmak, ısrarla toplumun gündeminde tutmak,  politikalarını mahkûm ederek iktidarı bu sorumluluğu üstlenmeye davet etmek kuşkusuz önemli bir siyasi mücadele alanıdır. 

Bunun için hukuki yollar da kullanılabilir ve kullanılmalıdır. Ama AKP’yi hukuk devletine yönelmeye davet eden büyük sermaye çevrelerinin veya “yargı reformu taslağını” ileri adım olarak gören şaşkın baro başkanlarının tarzında değil. AKP’ninki gibi bir üçüncü dünyacı yönetim anlayışının, kendi sonunu da hazırlayacak şekilde kendiliğinden bir hukuk devletine yönelmesinin beklenmeyeceğinin farkında olarak.

-----------

Değerli dostum, meslektaşım, sevgili Nurcan’ın değerli eşi ve Timur’un sevgili babası Jean-Louis Mattei’yi dün Ankara’da toprağa verdik. Jean-Louis, değerli bir bilim insanı, tarihçi ve edebiyatçıydı. Yayınlanmayı bekleyenleri saymazsak, kitap biçiminde yayınlanmış özgün eserlerinin ve (daha çok Türkçe’den Fransızca’ya) çevirilerinin sayısı 26’yı bulmuştu. Osmanlıca, Ermenice, Rusça, Eski Yunanca dâhil 16 dil biliyor, bu dillerde yazılmış kaynakları kullanabiliyordu. Ermeniler konusunda yazdığı kitap ve makalelerde nesnel ve özgün katkılar yapabilmesi de, çeşitli dillerde yazılmış belgelere ulaşabilme olanaklarına sahip olabilmesine de bağlıydı. 

Sevgili Jean-Louis çok verimli bir yaşamı ve çok sayıda sevenini geride bıraktı. Toprağı bol olsun.