Beklenen oluyor

Bir ülke ve toplum düşünün. Orta-Yakın Doğu’nun aşiretlere, İslami mezheplere dayalı ülkeler denizinde daha 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak dine/mezheplere ve etnik kimliklere dayanmayan bir ulus-devlet kurmuş ve bunu meşruti monarşiden cumhuriyet rejimine radikal bir geçiş temelinde gerçekleştirmiş. Üstelik bunu bir Ortaçağ tarım toplumunun külleri üzerinde inşa edecek denli radikal bir burjuva devrimi sürecine girişerek başarabilmiş. Emperyalizme karşı verilen sıcak savaş, bu radikalliğin meşruiyetini sağlamış; dönemine göre (ve artık bugün için bile) oldukça iddialı bir laik devlet yapısı oluşturulabilmiş.

Bir tarım toplumunun geri koşullarında ileri bir siyasi rejim oluşturmanın yanında kısa bir zaman diliminde birinci sanayi devriminin temellerinin atılması, kapitalizme geçişin hukuki, iktisadi ve kurumsal altyapısının oluşturulması gerçekleştirilebilmiş. Bütün bu süreçlerde de ülke yüzünü, Osmanlı’dan miras aldığı gibi, Batı’ya dönmüş; ancak bağımlılık ilişkilerinin yeniden peydahlanmasına izin vermemiş; ikinci paylaşım savaşının dışında kalmayı da başarmış.

Savaş sonrasının yenilenen hegemonya koşullarında (ABD öncülüğündeki ikinci küreselleşme dalgasında) iktisadi-askeri ilişkilerini/ittifaklarını gene Batı coğrafyasıyla ama bu defa bağımlılık ilişkileri temelinde yoğunlaştırmış. Erkenden (İspanya ve Portekiz’den 30 yıl önce) çok partili yaşama geçişi de bu iklimde sağlamış.

***

Kemalist devrimlere ve Cumhuriyete karşı olmakla birlikte, 1923’ten itibaren ortaya açık kimliğiyle çıkamayan dinci gericilik, büyük ölçüde tek parti iktidarı içinde kendini korumaya aldıktan sonra, bu defa 1946’dan itibaren sistem içi sağ partilerin kanatları altında sahneye çıkmaya başlayacaktır. DP iktidarı, çok partili rejimde parti-devlet provalarına girişerek sistem-içi ama despotluğu bugünlere örnek kalan bir uygulamanın mimarı olacaktır. (Bugünkü iktidarın parti-devlet inşası ise yeni bir rejim kurmaya eşlik ettiğinden kuşkusuz farklı bir anlam taşıyacaktır).

Cumhuriyet ve laiklik karşıtlığının radikalliği bakımından her zaman emperyalizmin ilgi ve güdüleme alanı içinde olan siyasal İslam’ın, Komünizmle Mücadele Dernekleri içindeki örgütlenmelerinden ve icraatlarından 1970’lerde kendi siyasal partisini kurma ve Meclise girme aşamasına gelmesi bu ilginin artışını da sağlamıştır. Emperyalizmin, bağımsızlıkçı bir sol Kemalist iktidar seçeneğine açıkça yeğlediği ve -eğer üzerinde çalışılırsa- potansiyel toplumsal tabanını çok daha güçlü gördüğü siyasal İslam ile flörtü bu nedenle oldukça eskilere gitmektedir. Gene bu nedenle, amaçları arasında Sovyetler Birliği etrafında yeşil kuşak oluşturmak da bulunan 1980 darbesinin açık hedeflerinden biri, solu ezerken dinci hareketlerin (buna ayrılıkçı etnik milliyetçilik de dâhil olacaktır) önünü açmak olmuştur.

Fethullahçı hareketin 1984 ve 86’da ivmelenmesini de bu çerçevede anlamlandırmak gerekir. (AKP’lilerin buradan bir savunma çıkartması  temelsizdir, çünkü bu hareketin asıl serpilmesi AKP’nin iktidar olmasıyladır). Hangi dönemden başlarsa başlasın, Türkiye’deki tüm İslamcı hareketlerin ortaklaştığı iki çıkış noktası vardır: Birincisi, bir yalan düzen olarak görülen laik cumhuriyet rejiminin reddidir; ikincisi bu rejimin İslamcı bir alternatifinin oluşturulması için emperyalizmle işbirliği yapmanın mubah olduğudur. Buradan bakılınca, AKP iktidarı ile Fethullahçı ortağı (ve şimdiki muarızı) arasında fark yoktur.

Kuşkusuz içerde artık 14 yıldır iktidar olanaklarını kullanan hareket ile bu iktidarı ele geçirmek için mücadele eden ve ana karargâhını ABD’de kuran bir hareketin, emperyalizmle işbirliği seviyeleri bugün oldukça farklılaşmıştır. Türkiye’deki AKP iktidarında istediklerini tam olarak bulamayan, RTE’nin öngörülemez hareketlerinden usanan, üstelik yeni bölge planlarına uyum sorunu olduğunu düşünen hegemon gücün, TSK içinde örgütlenip güç biriktiren Fethullahçı gücü kendi çıkarları için kullanmak istemesi kadar sıradan bir olay olamazdı belki.

Sıradan olmayan ise şunlar:

Söz konusu olan devlet, temellerini emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşından ve bu savaşın kazanımlarını perçinleyen Lozan Anlaşması’ndan alan bir devlettir. Türkiye’nin, Lozan’dan 93 yıl sonra, son eylemli darbeden 36 yıl sonra, 21. Yüzyılın 16. yılında böylesine kanlı bir darbeye, bir İslami hizipler-arası savaşa sahne olması, utanç vericidir. Buna zemin hazırlayanlar ve fırsat verenler, eyleme geçenler kadar suçlu ve sorumludurlar.
Cumhuriyeti kuran kadroların bünyesinden çıktığı TSK’nın, 1950’lerden sonra bir NATO ordusuna dönüşmesine rağmen 27 Mayıs 1960 istisnasını gerçekleştirebilmesi, bir “köklerine dönüş” olarak yorumlanmış ve Türkiye’nin ilerici hareketlerinin bazıları bunun tekrarlanacağını ummuşlardı. Halbuki NATOcu/anti-komünist virüs bünyeyi sardıkça, sermayenin belirleyici etkisi yükseldikçe, 1971 ve 1980 darbeleriyle birlikte hegemon gücün güdümünde ülkedeki tüm ilerici yönelişlere savaş açan bir zor aygıtına kolayca dönüşmesi sağlanabilmişti. Ilımlı İslam devleti ve ordusu oluşturmayı ve bağımsızlıkçı son kırıntıların temizlenmesini amaçlayan hegemon gücün AKP-Cemaat ortaklığıyla TSK’ya kumpas kurması, son darbe girişimine de zemin hazırlayan bir örtük darbe girişimiydi. Bu iki darbe birbirini tamamlamaktadır ve vahamet dereceleri aynı tartıda tartılabilir. TSK’nın bir üçüncü dünya ülkesinin güdümlü ordusuna dönüştürülmek istenmesi sıradan bir olay değildir ve büyük bir güvenlik açığıdır.
Dolayısıyla, TSK’yı bölen ve güçsüzleştiren, bünyesindeki cumhuriyetçi-bağımsızlıkçı unsurları tasfiye eden siyasal İslami hareketler, legal iktidar olsun paralel iktidar olsun, Türkiye’ye zarar vermişler ve son tahlilde nesnel olarak emperyalizme hizmet etmişlerdir. Peki, buna göre emperyalizm her durumda kazanıyor mu? Bir bakıma evet. O anki kendi takımı kazanmış olmasa bile, bölgede gücünü törpülemek istediği TSK’nın ve Türkiye’nin zafiyetini sağlamayı da, ikinci en iyi durum olarak kayda alabilir. (İran-Irak savaşı gibi). Ve bu güvenlik zaafı sıradan bir olay değildir; çözümü de sıradan olamaz.

***

Peki, buradan çıkış var mı? Kuşkusuz var. Sol cumhuriyetçi eksende böyle bir çıkış programının bütün ögeleri mevcuttur ve geliştirilmesi birkaç günlük iştir. Ama artık Türkiye’nin savaşçı NATO örgütünün askeri kanadından derhal çıkışının böyle bir programın başına yazılması gerektiğini anlamak gerekiyor.

Peki, AKP’nin böyle bir çıkış programında yeri olabilir mi? Olamaz. Geçen hafta da yazmıştık. Türkiye’de devlet yapılanmasını çökerten AKP’nin tıkandığı yer, yeni bir rejim inşasının siyasi-hukuki meşruiyetini yaratma konusunda olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki, iktidarı birlikte fethettiği Cemaat hareketinden kendisine karşı (kuşkusuz dış desteklerle) yapılmış başarısız darbe girişimini, şimdi yeni rejim inşasının olağanüstü hukuku ve hızı için yeni bir tramplen yapmaya çalışmak isteyecek gözüküyor.

Peki, bunu başarabilir mi? Bize göre başaramaz. Niçin başaramayacağına umarım bir başka yazıda döneriz...