Aydınlanmaya karşı yeni hamleler

Bonapartizm ile AKP rejimi ne ölçüde benzeşir?

Bilindiği gibi Bonapartizm, 19. yüzyılda Fransız burjuvazisinin de desteğini alan Louis Bonaparte'ın (kendini imparator ilan ettikten sonraki adıyla III. Napolyon'un) bir sivil darbeyle 1851'de İkinci Cumhuriyeti sona erdirerek ve işçi sınıfının 1848 sonrasındaki devrimci dinamizmini baskılayarak kurduğu rejimin adıdır. Ülkenin plebisitler ve kararnamelerle yönetildiği, anayasanın ve hukukun yönetici sınıf lehine eğilip büküldüğü bu despotik rejimin çeşitli tezahür biçimleri 20. yüzyılda da görülecektir. 

6 Eylül 2016 tarihli soL Portal yazımızda bu konuya şöyle değinmiştik:

"Kapitalist birikim rejiminin ve sınıf mücadelelerinin aldığı şekiller, geri gidişleri, zikzakları, kapitalist dönemin erken despotizm örneklerini gündeme getirecektir. İşçi sınıfı ve toplumun ilerici unsurlarının kendi hakları için örgütlendiği dönemlerden (örneğin 19.yüzyılın ikinci çeyreğinden)  itibaren bunu baskılamanın hukuki, idari, askeri normları üretilmeye başlanacaktır. Bonapartizm, tam da buna karşılık vermek üzere somut tarihsel koşullarda sistem tarafından üretilmiş bir sistemik despotik yönetim tarzıdır. (…) Büyük burjuvazi, kendisine/birikim rejimine yönelebilecek genel tehditlerden korunabilmek adına, burjuva parlamenter sistemin aşındırılmasına (kendi dolaysız temsilcilerinin yer aldığı parlamentonun nominalleştirilmesine, düzenlemelerin parlamentoyu dışlayan cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yapılmasına), kendisine veya bir fraksiyonuna karşı iktidarca zor unsurlarının kullanılmasına rıza gösterebilecek, oluşan diktatörlüğe omuz verebilecektir." 

Bonapartizm, bir anlamda, kapitalizmin hakim sınıfının kendi ürünü de olan demokrasinin yükünden erken dönemlerden itibaren kurtulma girişimidir. Ama bu erken dönemlerle de sınırlı kalmamıştır. "20. yüzyılın ikinci çeyreğinde bile dünya, parlamentonun dışlanma koşulları bakımından Bonapartizmin de izlerini taşıyan Avrupa faşizmlerinin doğuşuna ve dünyayı insanlık tarihinin en büyük kıyımlarına sürüklemesine sahne olacaktır." (6 Eylül 2016 tarihli aynı yazıdan). Her durumda, kapitalizmin belirli bir gelişme dönemine denk düşen despotik bir yönetim tarzı olduğu söylenebilir; ama bonapartizmin, özel olarak bir aydınlanma karşıtı despotizm uygulaması olduğu söylenemez.

***

AKP rejimi, kuvvetler birliğine yönelişi ve kullandığı otoriterlik araçları bakımından bu tarihi uygulamanın izini sürer. Bunda bir şaşırtıcılık yoktur; iktidara demokratik olmayan yollarla el koyma veya demokratik olmayan yollarla iktidarda kalma biçimleri ile uygulanan baskı araçları özünde benzeşirler ve birçok başka dikta örnekleri de kendi nüanslarını koruyarak bu tür yöntem ve araçları kullanmışlardır.

AKP'nin sivil darbeler silsilesiyle inşa ettiği tek adam rejimi, Meclis'in yasa yapma tekelini ikameye yönelen Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin sıklığı, 15 Temmuz 2016 sonrası OHAL Kararnameleriyle bunun daha da pekişmesi, Anayasa ve yasalar dışına çıkışların denetimsiz kalması, yürütmenin yargıyı da tam denetimine alarak kuvvetler birliğinin tamamlanması, referandumlarla rejimi dönüştürme biçimi, kapitalist sistemin güncel evresine (neoliberal birikim tarzına) gayretkeş bir uyum ve sermayenin önceliklerinin karar süreçlerinde de öncelik alması gibi olgusal gelişmeler  bakımlarından bonapartist bir rejim inşası olarak tanımlanmaya uygun özellikler sunar. Buna karşılık, Ortaçağ değerlerine ve dinci yapılanmalara yöneliş bakımlarından çok daha geri hatta anakronik (zamanıyla uyumsuz) özellikler taşır. Hâkim sermaye çevrelerinin, sömürü ilişkilerinin devamının sağlanması ve özellikle çalışan sınıfların ekonomik/toplumsal hak arama mücadelelerinin sınırlandırılması bakımından dinsel ideolojiyi bir uyuşturma ve baskılama aracı olarak kullanmaları AKP ile başlamış bir olgu değildir kuşkusuz. Ancak AKP bunun ötesine geçmekte, Cumhuriyetin modern bir kapitalist gelişme için gerçekleştirdiği tüm aydınlanma devrimlerini tersyüz ederek, kendi belirlediği dini temeller üzerinde yeni bir otokratik yapı inşa etmeye yönelmektedir. Bu, kapitalizm öncesinin ilişki biçimlerine ve değerlerine (ama kapitalizm tarafından dönüştürülmüş biçimleriyle) bir geriye dönüştür. İşte sermayenin hâkim kesimlerinin mutabık olmadıkları esas durum da budur. 

AKP'nin evrim kuramının okutulmasını ders programlarından çıkarması ve İmam Hatip Liselerinin yaygınlaştırılması için nüfus ölçütlerinin iyice esnetilmesi gibi konularda attığı son adımlar, AKP'nin ısrarlı İslamizasyon projesinin sermayenin kabul sınırlarını aştığına dair yeni işaretlerdir. Bağnazlık derecesinin yükselmesi, toplumsal tepkileri de yükseltmekte, toplumu ayrıştırmakta ve toplum parçalarını birbirinden uzaklaştırmaktadır. Bu, yalnızca toplumun yönetilmesi bakımından değil, giderek sermayenin denetimindeki toplu çalışma mekânlarının yönetilmesi bakımından da sorun doğurucudur. Ayrıca, sermayenin nitelikli üst ve ara eleman talepleriyle uyumlu bir eğitim sistemi modeline tamamen aykırıdır. Sermaye sınıfının, İslamizasyonun ölçüsünün kaçtığına dair kaygıları artmaktadır.

Ama kaygıları bununla sınırlı değildir. Oluşmakta olan tek adam rejimi, kapitalizmin kutsallarına da dokunmaktadır: Bunlardan birincisi özel mülkiyet hakkıdır. AKP'nin eski siyasi ve ekonomik ortağı Cemaatçi yapıyla ters düşmesi ve bunun bir silahlı darbeye kadar uzanması sonrasında, bu yapıya yakın olduğu düşünülen sermaye çevrelerinin mülkiyet haklarına el konulması (her ne kadar bir yağmalama biçimini alan sermaye transferlerine de yol açmış olsa da) ciddi bir tedirginlik kaynağıdır. Üstelik, Doğan grubu gibi tam iktidar yanlısı olmayan medya gruplarına karşı, hatta ülkenin en büyük sermaye grubu olan Koç Holding'e karşı vergi/ekonomik denetim silahları kullanılarak düzenlenen sindirme/yola getirme saldırıları bu kaygıları büyütmektedir.

İkinci kutsal, kapitalist hukuk rejimidir. Bu rejimin genel olarak sermayenin çıkarlarını gözetmesi beklenir ama sermaye şirketleri arasındaki uyuşmazlıklarda da tarafsız kalabilmesi istenir; ayrıca yargı sisteminin iktidardan bağımsız olması da, siyasi iktidarın temsil ettiği büyük güç yığılmasına karşı bir güvencedir.  Bunlar sağlanamadığı taktirde sistemin tanımladığı "adalet" kavramından uzaklaşılacaktır. Bu, yerli sermaye kadar onun yabancı ortaklarını veya bağımsız yabancı yatırımcıları da kaygılandırmaktadır. Dolayısıyla, iktidarın yargıyı tam kontrolüne aldığı yeni yapının, bundan doğrudan çıkar sağlayan dar bir yandaş sermaye grubu dışında genel bir kabul görmesi beklenemez.

Kaygıların bir diğeri, egemen siyasal İslamcı gücün hegemonyasını kurma biçiminin çatışmacı olması ve iktidarını siyasi yollarla terketmeme eğilimidir. Bu sadece kapitalist birikim tarzının çok temel bir gereksinimi olan 'siyasi istikrarı' tehdit etmemekte, aynı zamanda bir iç savaş  potansiyelini içinde barındırmaktadır. Geçen haftaya damgasını vuran bir AKP yetkilisinin "her eve (yani 'her AKP'li eve') bir makineli tüfek ve 1000 mermi gerek" çıkışının AKP liderliğince eleştiri konusu bile yapılmamasının da gösterdiği gibi, kaygı dozu tüm toplum katmanları bakımından yükselmektedir.

İktidar partisinin ve liderinin sorumsuz, öngörüsüz, hata üstüne hata yapan, bunların siyasi bedelini ödemediği gibi bunlardan ders de almayan dış politika zikzakları da, toplumun geniş kesimleri için olduğu kadar, hatta ondan da fazla burjuvazinin kaygılarını yükseltmektedir; çünkü dış istikrarsızlıklar giderek içteki istikrarsızlara eklenmekte ve Suriye'nin 6 yıl önce -eğer AKP doğru yerde dursaydı- önlenebilir olan parçalanması, bugün tüm bölgeye sıçrayabilecek bir savaşı tahrik etmektedir.

Kuşkusuz AKP rejiminin yerleşme sürecinde sermayenin 2007'ye kadar tam kadro, 2007-2013 arasında çoğunluk desteğinin önemli bir rolü olmuştur. Ama sermayenin çeşitli katmanlarının 2013'ten sonra daha temkinli ve mesafeli bir tavır sergilediğini ve kayıtsız şartsız desteğin giderek bir yandaş sermaye grubuna doğru daraldığını, bu daralmada yukarıda sayılan etkenlerin rolü olduğunu gözardı etmemek gerekir. Kuşkusuz buradan sermaye lehine "demokrasi kahramanlığı" gibi fanteziler çıkarmaya savrulmadan. (Bu konuda bkz. 29 Eylül 2015 tarihli "Sermayenin "demokrasi mücadelesi" başlıklı soL Portal yazımız).

Sonsöz: Kestirmeciliği ve indirgemeciliği aşan analizlere olan gereksinim büyümektedir.