AKP'de metal yorgunluğu ve cumhuriyet

RTE partisinin genel başkanlığına gelmek için olağan kongreyi beklememişti, acelesi vardı. Şimdi de, partisinde ve yöneticilerinde bir metal yorgunluğu olduğu saptamasıyla, parti kadrolarında hızlandırılmış bir yenilenme sürecine girişti. Neler oluyor?

Yorumlar daha çok seçimler ve seçim başarısını güvenceye almak üzerinden yapılıyor. Bunda gerçeklik payı yüksek, biz de benzer yorumları daha önce yapmıştık. İktidara gitmemek üzere gelmiş olan otoriter siyasetler açısından, hâlâ yapılması şart ise, seçimler mutlaka kazanılmalıdır. AKP ise bir daha Haziran 2015 kâbusunu yaşamak istemiyor. Buna, MHP’nin bölünmesi üzerinden gelişen yeni partileşme sürecinin kendi seçmen kitlesinin altını oyabileceği hesabı da ekleniyor (Bu partinin doğmaması veya ölü doğması için elinden geleni ardına koymayacağı da açık).

Metal yorgunluğu mecazı da genelde siyasi partiler açısından yanlış sayılmaz. Türkiye pratiği de, darbelerle önleri kesilmeseydi bile, sağ partilerin belirli bir iktidar ömrü olduğunu doğrulamaktadır; 1980 sonrasının ANAP ve DYP’si bunun somut kanıtlarıdır. Bunlar, varlık nedenlerini/iddialarını/kurucularını yitirince işlevlerini yitirmişlerdir. (CHP ise ayrı bir durumdur; Cumhuriyetin kurucu partisi olarak uzun bir kalıcılığa sahip olması anlaşılır bir şeydir; 1999-2002 arasında Meclis dışında kaldıktan sonra Cumhuriyetin saldırı altında olduğu yeni dönemde Cumhuriyeti ve kurumlarını savunmak gibi yeni bir misyonla hayatiyet bulmaktadır).

AKP farklı bir sağ partidir. Yürütmede ve yasamada çoğunluğu ele geçirmekle yetinen olağan bir iktidar partisi kalıbına hiç sığmamıştır. Yargı ve ordu da dâhil devletin bütün kurumlarını, bütün iktidar alanlarını ele geçirmek üzere vücut bulmuştur. “Devleti fethetmek” de kendi başına bir amaç değildir; Türkiye Cumhuriyeti’ni ideolojisi, kültürü, siyaseti, hukuk sistemi ve toplumsal yapıları bakımından dönüştürmek üzere kullanılan vazgeçilmez bir araçtır. Dolayısıyla, AKP’nin varlığı iktidara yapışık olmakla mümkündür. Bu nedenle her seçimin kazanılması, koalisyonların reddedilmesi, bu hedefe varmak için her türlü yolun mubah görülmesi, AKP gibi bir partinin doğasına uygundur. Kritik görülen (ve gerçekten de öyle olan) 2019 seçimlerinin hazırlıklarının bugünden başlatılması da AKP gibi bir hareket açısından olağandışı sayılmayabilir.

Ama “metal yorgunluğu” metaforunun bu kadar sık kullanılmasının, yolun devamını kendileriyle yürümeye hazır olmayanların kenara çekilmesinin bu kadar üst perdeden dillendirilmesinin bir başka anlamı daha var. AKP gibi rejim dönüştürücü bir parti, iddiasını sürdürebilmek için sürekli olarak radikalleşmek zorundadır. Her radikalleşme hamlesi buna ayak uyduramayanların (gerek kadroların gerekse müttefiklerin) elenmesini içerir; eski kadroların yerine de daha radikal unsurların cepheye sürülmesini zorunlu kılar. 16 Nisan Referandumu sonrasında İslamizasyon hamlelerinin peşpeşe geldiği ve bunların daha da yoğunlaşmasının beklendiği bir süreçte, şimdiye kadar AKP’yi hâlâ bir sistem partisi olarak görenlerle yolların ayrılması şart olmuştur. Artık Batı illerinde görülen melez türlerin (örneğin, içkisini de içen AKP’li yöneticilerin) ömrünü tamamladığı bir döneme girilmektedir; yaşam tarzlarına yeni ayarlar çekilecektir. Artık Cumhuriyete ve yaşam tarzlarına dolaylı saldırılar yerine doğrudan saldırıların daha fazla öne çıkacağı bir döneme girilmektedir. AKP için önümüzdeki dönem yeni bir ideolojik-siyasi yapılanma dönemidir. Buna ideolojik hazırlığı olan partililer ve parti teşkilatları kalacak, diğerleri değişecektir. Devletteki kadrolaşma, partideki yeni kadrolaşmayla paralel götürülecektir. Partideki kadrolaşma da daha sonra 2019’daki milletvekili, belediye başkanı ve yerel meclis üyeleri bileşimine de yansıtılacaktır.

***

AKP’nin yeni İslamizasyon hamlelerinde kendini bu kadar rahat hissetmesinin bir nedeni de ciddi bir muhalefet görmeyeceğine inanmasıdır. Bir kere anayasaya aykırılıklardan dolayı yeni bir yargılamaya konu olması bugün için olasılık dışıdır, diğer kurumların uyarısı da artık gündem dışıdır. Ama daha önemlisi, siyasi partilerden de ciddi bir muhalefet beklemiyor oluşudur. MHP’nin her iki kanadı da zaten dinselleştirme karşıtı bir muhalefete yanaşmayacaklardır. HDP ise hem kendi derdiyle meşguldür hem de iktidarın kendi kitlesini din üzerinden etkilemesinden ürkmektedir. Asıl önemlisi ana muhalefettir kuşkusuz. Ama orada da CHP liderliğinin ‘laiklik ekseninden bir muhalefet götürmek partiye seçmen kaybettirir’ tarzındaki anlayışları ciddi bir handikaptır. CHP’nin bu ürküntüsü iktidar tarafından çoktan kayda geçirilmiştir.

Böylece AKP’nin Cumhuriyete ve onun en önemli kurumuna/ilkesine saldırısının çok güçlü bir karşılık görmeden ilerlemesinin önü açık durmaktadır. Daha önce dile getirdiğimiz bir ayırımı tekrarlayalım: Mücadeleyi salt laiklik ekseni üzerine oturtmamak doğru bir strateji olabilir; ama laiklik mevziini terketmek, saldırıya uğrayan bu mevziden de bir mücadele ekseni açmamak kesinlikle yanlıştır. Gündemin birinci maddesine yükselmiş bulunan bu konuyu ikinci üçüncü elden anlık tepkilerle geçiştirip daha az riskli “adalet” kavramı üzerinden yeni toplantılar yapmaya odaklanmak demek, AKP’nin dinselleştirme üzerinden gericileştirme hamlelerine alan açmak demektir. CHP’lilerin önemli bölümü kuşkusuz bu yetersizliğin farkındadır, ama mesele bu yetersizliğin Genel Merkezce “kavranılmasını” sağlamak ve acilen harekete geçilmesinin yollarını bulmaktır. CHP yönetimi, bu konuyu MYK, PM, Meclis Grubu ve İl Başkanları toplantıları kapsamında enine boyuna tartışmakla yükümlüdür.

***

Cumhuriyete saldırı denilince, Cumhuriyet Gazetesi’ne saldırıdan söz etmemek olmaz. Yönetici ve yazar-çizerlerinin bir bölümünün özgürlüklerine kavuşmasını sevinçle karşıladığımızı, rehin tutulanlara ilişkin olarak dayanışma duygularımızı bir kez daha ifade ettiğimizi öncelikle belirtelim.

Feto örgütü ile AKP’nin ortaklaşa yürüttüğü önceki davalarla, iddianame uydurukluğu, hükümlerin peşinen verilmiş olması, tutuklamaların fiili cezalandırma aracı olarak kullanılması bakımından bir farkı olmayan Cumhuriyet Gazetesi davası, aynı zamanda medyanın sindirilmesinin de gösterişli bir aracıydı. Faşizmin kök salma araçları olmak bakımından da önceki davaların uzantısında olan bu davanın sanık sandalyesine oturttuklarının savunmaları da, Ahmet Şık gibi meydan okumayı seçenlerinki başta gelmek üzere, yürekliydi. Bu davanın iddianamesinde Cumhuriyet Vakfı davasından gelen argümanların kullanılması (bu argümanların AKP yargısına birilerince servis edilmesi ayrı bir rezalettir), gazetenin çizgi değiştirmekle suçlanması vs., hukuk tanımayanların gülünç yöntemlere başvurmaktan kendilerini alamadıklarının yeni bir kanıtıydı. (Kaldı ki, Cumhuriyetin liberalleşme yönündeki çizgi değişikliği, eğer zamanı tutturulabilmiş olsaydı, örneğin 2010 sıralarına denk gelmiş olsaydı, iktidarın pek işine de gelebilirdi!). (Bu arada tüm yeni katılanlara haksızlık etmeyelim; aralarında konusuna hâkim ve Cumhuriyet için gerçek bir kazanım olan Ceyda Karan gibi yazarlar da var).

Aslında radikal-liberal kadrolardan “Can Dündar’ın Cumhuriyeti”ne yapılan takviyelerden en köşelisi olan Nuray Mert, tam da davada tahliye kararlarının açıklanması beklenirken yazdığı ve Lozan’ın yıldönümüne denk getirdiği “Yeni Türkiye’nin tarih yazımı” yazısında, içerdeki meslektaşlarıyla dayanışmaktan ziyade onlara bir bakıma ihanet etmekle meşgul oluyordu. Bu yazısının en çok tartışılan bölümü, evrim kuramını “bir akıl yürütme biçimi” olarak değersizleştirmeye çalışması ve iktidarın bu kuramı müfredattan çıkarmasına arka çıkmasıydı. Anti-kemalizm ve anti-pozitivizmin (ve dolayısıyla İslamcı iktidarın) sularında gezinmeyi pek seven bu radikal liberal şahsiyetin zırvalarıyla uğraşmaya doğrusu değmez. Cumhuriyet içinden köşe yazarları da zaten, bu kişinin düşüncelerini özgürce ifade etme hakkı olduğunu ama bunun yerinin Cumhuriyet olmadığını açıkça yazıp duruyorlar. Muhtemelen Mert’in Cumhuriyet bünyesinde köşe tutmasının son günleri de yaşanıyor olabilir. Zaten kendisi de bu süreci hızlandırmak istiyor olabilir.

Ama yazısının evrim teorisinden daha önemli bölümü yazısının başlığındaki konuydu. Yazıda, “Şimdi iktidarda olanlar, aslında Kemalizmin tam karşıtı bir alternatif tarih yazımı geleneğinden geliyorlar ama hâlâ bu tarih anlatısını resmileştirmeye girişemediler” (…) hatta bu anlatıyı “bir türlü açık açık savunamıyorlar” (…) “Benim asıl merak ettiğim, diyor, neden ‘Yeni Türkiye’nin kurucularının ‘tarih’ anlayışının bir türlü netlik kazanamayıp, müfredatın bu yönde değiştirilme çabasına girilmediği konusu. Malum, her yeni rejim kendi dünya görüşüne, ideolojik çerçevesine temel teşkil edecek bir tarihsel anlatıda ısrar eder”…

Şimdi bu yazı aslında iktidara yazılmış bir dilekçedir; bir göreve talip olma yazısıdır. Eleştirilere ayetli yanıtı da, ‘yeterince açık olamadım mı’ hatırlatmasıdır. Hâlâ anlamayanlara da biz anımsatmış olalım.