AB çalımı

Oğuz Oyan'ın “AB çalımı” başlıklı yazısı 14 Şubat 2013 Perşembe tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

RTE bütün hücreleriyle kendini başkanlığa hazırlıyor. Her siyasi fırsatı yedeğine almaya çalışıyor. Bunlardan biri de, tıkanmış AB müzakerelerini “cesur çıkışlarıyla” açmış lider imgesiyle seçimlere gidebilmek. AB kanadının gündeminde zaten yeni bir müzakere başlığı açılması var gibiydi bunu hızlandırmak ve kendi hanesine yazmak fena mı olurdu?

Kaldı ki bu diklenme tonu, sonuçta hiçbir şey elde edilmese dahi, Türkiye iç politikasında her zaman iş yapar.

Sonuçta yeni müzakere başlıklarının açılmasının Türkiye’yi tam üyeliğe götürmeyeceğini ahmak olmayan herkes biliyor. Artık AKP yönetimi de bunun farkında.

Peki nedir şu AKP-AB ilişkilerinin gerçek yüzü? “AB ile Müzakere Nasıl Yapılmaz?” başlıklı eski bir yazımıza uzanalım (Dünya Gazetesi, 18 Kasım 2005): “Türkiye-AB ilişkilerinin niteliğine yönelik müzakereler veya konum belirlemeler 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nin (MÇB) çok öncesinden başlamıştır. Ama kuşkusuz, 3 Ekim Müzakere Çerçeve Belgesi’ni belirleyen ana süreç AKP iktidarı dönemini ilgilendirmekte ve temel belirleyici konumunda bulunmaktadır. 6 Ekim 2004 ve 17 Aralık 2004 tarihlerinde Türkiye’nin kabul eder gözüktüğü üyelik/ortaklık biçimi, 3 Ekim 2005 belgesine yansımıştır. Dolayısıyla, müzakerenin şimdiki biçiminin sorumluluğu esas olarak bugünkü iktidarı ilgilendirmektedir.

Birinci saptama, iktidarın bir müzakere stratejinin olduğunun dahi tartışmalı olduğudur. Eğer olsaydı, 6 Ekim 2004 tarihli İlerleme Raporu için “olumlu ve dengeli” dedikten sonra, izleyen aylarda raporun bazı ifadelerinin değiştirilmesi için uğraşılmazdı. Veya, 17 Aralık 2004’te toplanan ve Türkiye için açık uçlu yani tam üyelik kadar imtiyazlı ortaklık gibi bir yarım üyeliği de öngören AB Konseyi Kararı kabul edilmezdi ya da, bu kararı Bakan Beşir Atalay eliyle imzaladıktan altı gün sonra Dışişleri Bakanlığı notasıyla AB Konseyi Kararıyla Türkiye için dayatılan bazı koşulların kabul edilemez olduğunu belirtme şaşkınlığına düşülmezdi.”

Bunun anlattığı gerçeklik şu: AKP, açık uçlu bir müzakere yöntemini kabul ettiği andan itibaren ikinci statüye razı olabileceğini belli etmişti. Bu kabulden sonra, eğer karşı tarafın niyeti olmazsa, hiçbir müzakere sürecinin birinci statüye erişme imkanı vermeyeceği açıktı.

Ama zaten AKP’nin orta dönemdeki önceliği, AB müzakere sürecini başlatmış siyasi oluşum olarak içerdeki siyasi hegemonyasını pekiştirmekti arka fonda bir AB hikayesinin varlığı, meşruiyet pekiştirme aracı olarak değerliydi.

AB, önce gümrük birliğiyle sonra da açık uçlu müzakere çerçevesiyle Türkiye’den alabileceği her şeyi peşinen aldı. Üstelik öyle bir MÇB hazırlamıştı ki, müzakere başlıklarının açılmasını her türlü müdahaleye açık tutmuş, yani müzakereleri her an dondurma esnekliğini de kazanmıştı üstelik Kıbrıs’ı da önkoşul olarak dayatabilmişti. Daha ne olsun? Neden müzakere sürecinde ödün vermek zorunda kalsın? Hele genişleme krizleri yaşanır ve 2008 sonrasında ekonomik krizin tüm ağırlığı hissedilirken?

***

Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) muhabbeti ise üzerinde konuşulmaya değmeyecek kadar samimiyetsiz bir gündem oluşturma/mesaj iletme vasıtası. AKP iktidarının Batı emperyalizminin dümen suyundan çıkabilmesi, kendi varlık nedenlerini gözden geçirmesi kadar köklü bir değişimi gerektirir. ŞİÖ şovlarının gündem yaratabilmiş olması, sadece kısır entelektüel dünyamızın bir tezahürüdür.

Bırakalım bu radikal eksen değiştirmelerini de, geniş bir iç destek bulabilecek olan Gümrük Birliği’nin masaya yatırılmasına iktidarın yüreği ve gücünün yetmesi bile kuşkulu. Bugün ve yarın AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu üyeleri Ankara’da TBMM’de toplanıyor. AB’den sorumlu bakanın Gümrük Birliği konusunda tek söz etmeyeceğine bahse girebilirsiniz.

***

Not: Yazımı soL’a gönderdikten sonra, birinci paragrafta beklediğimiz gelişme gerçekleşti, Fransa bloke ettiği başlıklardan birini açtı. Şimdi, Erdoğan’ın hedefi, Başkanlık seçimine kadar yeni bir başlık açılmasını sağlamak olacaktır.