Sel felaketleri: Kabahati göklerde aramayalım

Memleketimizde ne zaman havalar ısınsa orman yangınları çıkmasının, ne zaman yağmur yağsa seller kopmasının açıklaması alınyazısı olamaz. İmara aykırı inşa edilmiş bir binadan, yahut yanlış yere -Rodos örneğindeki gibi, dere yatağına- kurulmuş bir yoldan ötürü başarısız bir yerel yöneticiyi suçladığımızda da üzerimize düşeni yaptığımız yanılgısına kapılmayalım.

Geçtiğimiz hafta Yunan ana akım medyasının odağında, Rodos’ta 3 kişinin ölümüne, 1 kişinin kaybolmasına neden olan sel felaketi vardı. Oniki Adalar’ın başkenti Rodos, 2013 yazında turizmin iyi para getirmesi nedeniyle oluşan kutlama havasının etkisinden hala kurtulamamıştı. Bu olay, burjuvazinin kendi dünyasında, işçilerinse bambaşka bir dünyada yaşadığını bir kez daha gösterdi. Sel felaketinde 30 ev tümüyle yerle bir oldu, 300 konut ve 100’den fazla işyeri ağır derecede hasar gördü, 150 araç tahrip oldu. Maddi hasarın toplamda 10 milyon avronun üzerinde olduğu tahmin edilirken, en önemlisi elbette yaşanan can kayıplarıydı.

Burjuva sınıfı insanların boğulup ölmesini mi istiyor? Elbette hayır. Ne var ki sellere karşı koruyucu önlemler almayı temel öncelikleri arasına almayan bir siyasetin, sonunda insanların boğulmasına yol açması kaçınılmaz oluyor. Bu tutumun arkasında, sel felaketlerine önlem amacıyla yürütülen projelerin “verimsiz” birer yatırım olarak görülmesi yatıyor. Bilim insanları ne kadar dil dökseler, felaketlerin faturasının önleyici projelerin maliyetinden katbekat ağır olacağını dile getirseler de, bu projeler, devlete ve sermaye açısından kısa vadede kâr vaat etmeyen birer maliyet kalemi olarak görülüyor. Nasıl olsa zararı ödeyen yoksullar… Burjuvazi yoksul insanların kayıplarını umursuyor mu acaba? Devlet kaynaklarının nereye harcanacağı konusunda söz sahibi olan kapitalistler, “verimli olmayan” yatırımlara devlet bütçesinden kaynak ayrılmasına zinhar izin vermezler elbette “verimlilik” konusundaki kıstasları, bütçeden yapılan harcamanın kendilerine şu veya bu şekilde kârlılık getirip getirmeyeceğidir!

Başkent Atina’nın da içinde bulunduğu Attika adlı coğrafi bölgede, molozla doldurularak imara açılmış dere ve akarsu yataklarının uzunluğu 550 kilometreyi aşmaktadır. Geçmiş dönemlerde çekilen hava fotoğrafları uyarınca çıkarılması gereken akarsu envanterinin çalışmaları bir türlü tamamlamamıştır. Gerçi, her karış arazinin sadece kâr getirmek için var olduğu bir sistemde işlerin başka türlü olması da beklenemezdi! Unutmayalım ki, ülke topraklarının her türden bina ve konut imarına açılması yoluyla inşaat sektörü 1960’larda büyük bir büyüme göstermiştir. Yine unutmamalıyız ki, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan kapitalist gelişim sürecinde kent merkezlerinde işgücüne ihtiyaç duyulmuştur ve bu işçi ailelerinin barınma sorununu çözmek için akarsu yatakları doldurularak imara açılmıştır. Bu süreçte sel ve deprem felaketlerine karşı ise hiçbir koruyu önlem alınmamıştır.

Olimpiyat Oyunları çerçevesinde inanılmaz paraların sağa sola akıtıldığı ve kamuoyunda olumlu bir havanın estirildiği 2004 yılıydı. Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ise sellere karşı alınması gereken tedbirler konusunda kapsamlı bir çalışma yapmış, bu konu hakkında düzenlediği basın toplantısında “kontrolsüz ve plansız yapılaşma, akarsu yataklarının doldurulup gasp edilmesi, ve orman düşmanı politikalar yüzünden sayısı giderek artan orman yangınlarıyla doğanın barbarca tahrip edildiği tüm bunların ülkeyi çölleştirerek su taşkınlarının önünü açtığı” uyarısında bulunmuştu. O dönemde KKE Merkez Komitesi Genel Sekreteri olan Aleka Papariga da bir açıklama yaparak şöyle demişti: “Devlet yatırımlarının ancak küçük bir azınlığın çıkarına olduğu ölçüde verimli sayıldığı bir sistemde yaşıyoruz. Oysa bir yatırımın verimliliğinde ölçü insan olmalıdır, Yunanistan halkının büyük çoğunluğunun faydası olmalıdır.”

Dolayısıyla sel felaketlerinin, can kayıplarının, yıkımın kökenine ulaşmaya çalıştığımızda karşımıza kapitalist gelişimin mantığı çıkmaktadır. Bu her örnek için geçerlidir turizm alanında büyük bir başarı olarak parlatılan Rodos’ta yaşanan sel felaketi örneğinde olduğu gibi… Bir yanda milyonlarca avroluk ödenek, ormanlarımız ve sit alanlarımız büyük sermayedarlara teslim edilirken, diğer yanda sellere ve yangınlara karşı temel önleyici hizmetler savsaklanarak insanların canı ve güvenliği tehlikeye atılmaktadır.

Bu durum değişebilir mi, “insan hayatı kârlılığın önüne geçebilir mi”? Kapitalist kâr anlayışını yürürlükten kaldıran ve insanların gerçek, güncel ihtiyaçlarını karşılamak için planlı bir şekilde işleyen yeni bir toplum kurulmadan, bu soruya verilecek yanıt “hayır” olmayı sürdürecektir.