Yüreği Ateş Topu Yılmaz’ı Anarken

Yılmaz Güney’le Yasaklı Yıllarımız adlı kitabımda, arkadaşlığımız süresince tanığı olduğum, yaşadığım şeyleri etraflıca yazmıştım. Dön dur aynı şeyleri yazmak anlamsızdır. Ayrıca, bu konuda çok önemli ve gerekli olmadıkça yazmama, görsel medya ve magazin basınına ‘malzeme’ olmama konusunda bir kararım var. Özellikle tv’lerin, büyük ısrarlarına rağmen, iştahlarına yem olmadım. Kitabımdan sonra, yazdığım ve benimle yapılmış bir iki konuşma daha var. Yazılma nedenleri ve yazıları merak edenler, ‘Özlemin Dili olsa’ ve ‘Acının ve Umudun Rengi’ adlı kitaplarımda ulaşabilir. Geçtiğimiz günlerde, Çağrı Kınıkoğlu’ndan aldığım bir ileti, bu konuda yazma duyguma ışık düşürdü. Duygumun karanlıkta kalmış bir noktasına. Çağrı, her yıl düzenli olarak Güney’i andıklarını, fakat giderek anmaların tekdüzeleştiğini, bunu aşmanın ve anmalara derinlik getirmenin gereğini vurguluyor, bir biçimde beni de, her zamanki içtenliği ve kibarlığıyla bu konuda göreve çağırıyordu. İsteklerinin her zaman hayatta kökleri olan Çağrı haklıydı. Anmaların hayatla uyumu, güncelle bağlarının kurulması ve yeniliği önemlidir. Ve zaten devrimcilerin anma eylemleri (daha doğrusu ‘ayin’ değil de ‘eylem’ olabilmeleri) taşıdıkları dinamikle, tekdüze olmayışla, hayatla kurulmuş canlı bağlarıyla olasıdır. ‘Ayinler’ dediğim dinsel gösteri, dua ve tapınma üstüne kuruludur. Bilimin, yükseldiği temel ise eleştiridir. Yani, hiçbir bilimsel doğru yoktur ki, bir öncekinin eleştirisi üstüne yükselmemiş olsun. Bilimsel eleştiri gelişmenin ışıltısını taşır. Dinde ise, eleştiri ‘günah’ hanesine yazılıdır. Dindar sadece tapar, dua eder, tanrıyı eleştiri ‘afaroz’ nedenidir. Tapınmanın olduğu her durumda, görülen bu dinsel motiftir. Resmi ideolojilerin ‘resmiyeti’nde de bu gizlidir. ‘Siyasi softalık’ bu anlamda ‘ruhani softalık’la benzeşir. Devrimci anmalar, adı üstünde devrimci olanı gözetir. Gerçekliği. Dinamikliği. Evrimi. Gelişmeyi. Eleştirelliği. Hayatla örtüşmeyi. Eylemliliği.

Yılmaz Güney’e en büyük kötülüğü, ona efsane pompalayanlar, eleştirisizlik zırhı saranlar yapmıştır. Yılmaz’a ilişkin kitap ve söylemler yalan yanlış bilgilerle doludur. Bir biçimde Yılmaz’ı tanımış, görmüş, önüne gelen herkes onunla ilgili bir efsane üretmiştir. Öyle ki, Yılmaz Güney gerçeği, içinden çıkılmaz, özüne varılmaz bir hal almıştır. Dikkatli okur, kitabımda, ‘efsane pompalama’ amaçlı bu yalan yanlış söylemlere de göndermeler olduğunu görecektir. Kuşkusuz ki bu kişiler benim yaklaşımımdan rahatsız olmuştur. Sözgelimi 12 Eylül günü Yılmaz’ın kaldığı İmralı’dan bana yazdığı mektup, Yılmaz hakkında yazılmış bir kitapta geçen, ‘12 Eylül Darbesi olduğu gün Yılmaz Güney beni Isparta’ya çağırdı. Hemen gittim, bana ‘kaçmak istediğini’ söyledi’ diye başlayan bir söylemin nasıl yalana dayalı bir söylem olduğunun da kanıtı değil midir? Yazık ki ülkemizde, bir konu değerlendirilirken, o konu eni boyu araştırılmaz ve hatta ‘yalan’ çoğu zaman kaynak olarak alınır.

Son günlerde, soL’a yansıyan haberlerden gördüğüm kadarıyla, A.Dorsay, ‘Yılmaz Güney filmlerinin akıbeti ve korunamaması’ konulu bir şeyler yazmış. Asaf Güven elindeki belgelere ve konunun gerçeğine dayanarak soL’da bir yazı kaleme aldı. Hayata ve gerçeklere ilişkin konuşurken ciddi olmak budur. Kaydıyla, belgeleriyle konuşmak. A. Dorsay’ın, kolayından vurguladığı ‘Güney’in filmlerinin kaderi ne oldu’ sorusuna, Asaf Güven’in yazısından hareket ederek, isteyen sözkonusu kitabımda daha ilginç ipuçlarına ulaşabilir. O zaman, A.Dorsay için neden ‘kolayından konuşuyor’ sözümün ne anlam taşıdığını ve A. Dorsay da dahil kimi entellektüellerin, farkında olmadan zamanında nasıl kötülük üretmiş olduklarını da. Kanlı karanlık Kenan Evren darbesinin ayak seslerinin duyulduğu günlerde, bir avuç insan, Yılmaz’ın temel filmlerinin negatiflerini yurtdışına çıkarmaya çabalıyorduk. Çok zor koşullardı ve hakkımda sivil mahkemelerdeki davalar askeri mahkemelere devrediliyordu. Negatiflerin bulunduğu Sinema Tv Enstitüsü gibi kurumlar negatifleri vermemek için her türlü aksiliği çıkarıyordu. Zor kullanma tek çaremizdi. Bu kez de hakkımızda şikayet oluyordu. Kolay günde Yılmaz Güney’le sıkı dost havası atan çoğu insan, ‘ara ki bulasın’dı. Sözgelimi, dönemin Kültür Bakanlığı’ndaki ‘dost’ları. Ulaşılmaz olmuşlardı. Bulunanlar da kıvırtıp duruyordu. Çok az bir zaman vardı. İlkin bu filmleri yurtdışına çıkaracak, sonra kendim çıkacaktım. Filmlerin bir kısmı hakkında zaten yasak kararı vardı. Belli temel filmleri, Yılmaz’ın vurdulu kırdılı ıvır zıvır filmlerinin adları ve o adlarla yaptığımız başvurularla gümrükten geçirmeye çalışacaktım. Dündar Kılıç bu konuda yardımcı oluyordu. Evet, entellektüellerin düşmanca tavırlar içinde olduğu o günlerde, bu filmlerin çıkmasında Dündar Kılıç’ın büyük yardımlarını gördüm. Entellektüel düşmanlığın en tipik örneklerinden biri A.Dorsay’ınkidir. Bilinçli bir düşmanlık değildi, fakat sonucu itibariyle düşmanlıktı. İçlerinde Umut, Ağıt gibi temel filmlerin negatiflerini koyduğumuz, üstlerinde ıvır zıvır film adlarının yazılı olduğu sandıkları gümrüğe taşıma çalışması yapıyorduk ve aracımız kaza geçirmiş, bazı sandıklar hasar görmüştü. Tam da böyle bir dönemde A. Dorsay köşesinde, beni kastederek, ‘Güney Film siyasi bir grubun işgalinde, Yılmaz ile haberleşmemize bile izin verilmiyor’ türünden yazı yayınlamıştı. İhbar gibiydi. Darbe öncesindeki sıkıyönetim günleriydi. Güney Film basılsa, yakalansak, şimdi o filmler de yok edilmişler arasında olacaktı. Bu yazı nedeniyle, değerli ağabeyimiz ve avukatım da olan rahmetli Orhan Apaydın, duyumları sonucu hakkımdaki arama kararının hızlanacağı, Yılmaz’ın kapalı bir cezaevine nakledileceği yönünde beni uyarmıştı. Şimdi, bu A. Dorsay filmlerin kaderini sorguluyor! Bütün bu yaşanmış olayları kitapta anlatmış olduğum için ayrıntıya girmiyorum. Konu tartışıldığı ve yeri geldiği için işaretle yetiniyorum. Genç arkadaşlarımıza, bir konu hakkında kafa yorarken, o konunun yüzeysel değil, derinliğine işlenmesi gereğini anımsatmak amacıyla. Bir konuda yazmak ve konuşmak için o konuda bilgin ve elinde belgen olacak. Kanıtın, tanığın olacak. Asaf Güven yazısında bunun güzel örneğini veriyor.

Çağrı’nın, içine incelikle, Yılmaz hakkında yazılmamış bir yazı yazmam isteğini gizlediği iletisini aldığımda, aklımdan ilk geçen, yazılmamış yeni bir yazı olarak kitabımın yazılma öyküsünü anlatmak oldu. Yazarlık sorumluluğundan anladığım şeyin altını çizerek. Genç yazar kardeşlerime deney sunacağı duygusuyla. Şimdi ona geçiyorum:

Yılmaz Güney ile ilgili bir kitap yazmamın ilk duygu ve düşünce kaynağı Vedat Türkali’dir. Yaşadığı yüzyılın en onurlu, inancına olan çelik bağlılığıyla anıtlaşmış yazarlarından ve insanlarından biri saydığım, en zor zamanlarımda bilgeliğine başvurduğum Vedat Türkali, “Yavrum, bu görev en çok senin üstünde. Yılmaz’la yaşadığın dönemi yazacaksın, grileri de görerek, yani siyah beyaz değil ve söyleyeceğin her şey kanıtına, belgesine dayalı olmalı!” dediğinin ertesinde, sağda solda dağınık duran notlarımı, belgeleri toplamaya başlamıştım. Vedat abi o dönemde Londra’da “Bitirmek için önüme on sene koydum!” dediği Güven’i yazıyordu. Duygusunu, “Acele etme, sindire sindire çalış, gerçeği kovalamaktan, aramaktan asla yılma, efsane körükleme kolaycılığına kapılma, gerekirse sen de on sene koy önüne. Yaz, fakat bu, hemen yayınla anlamında değil. Gerekirse onun için de bekleyeceksin!’ demişti. O zaman sormuştum Vedat abi’ye, ‘Bu işin ölçüsü ne?’ diye. “Bu işin ölçüsü aydın onuru” demişti. Sonra, “Bir insanı eleştirdiğin zaman o insanın kendini savunma ya da o insanı başkalarının savunma özgürlüğü olmalıdır. Bu yoksa eleştiri de aydın onurundan yoksundur. Bak mesela, bizlere ‘komünist’ diye saldırıldığında, bizim ‘evet komünistiz’ diye savunma özgürlüğümüz yoktu. Aynı kural tersi için de geçerlidir. Bir şeyi övdüğün zaman, insanların o şeyi eleştirme özgürlüğü var mı diye bakmalısın. Eğer yoksa, bu övgüde de onur aranmaz. Eleştirisi yasak olan resmi ideolojilerin övgüsü gibi!” diye açıklamıştı. 1990 öncesinde yaptığımız bu konuşmadan iki yıl sonra, kitabımı tamamlayıp, Vedat abiye sundum. Tahminimden de kısa bir sürede okudu ve Londra’dan beni aradı. Çok duygulandırıcı şeyler söyledi. En önemlisi, “Evladım, sen görevini yaptın. Gözlerinden öperim. Büyük oranda Yılmaz’la ilgili böyle bir kitabın yayınlanma koşulları da oluştu. Kitabına saldırılar gelecek. Burjuvaziden çok, kendini solcu sananlardan. Tarikat solcularından. Sakın yılgınlığa da öfkeye de kapılma. Herkes yazacağını yazsın. Cevap vermeye kalkma. Koca kitap yazdın, yazılacak herşey orda var. Zamanı geldiğinde ben gereken cevabı vereceğim!” dedi.

Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü, lisede okuduğu gençlik döneminden de tanıdığım, sevdiğim, güvendiğim Umur Talu idi. Arkadaşım Zeynep Oral Milliyet Sanat’ı yönetiyordu. Türk vatandaşlığından çıkarılmış olduğum için yurdumda yaşama özgürlüğüm yoktu. Umur ve Zeynep, kendilerine haber verdiğimin ertesi günü İsviçre’ye geldiler. Kitabımı ve görsel malzemeyi kendilerine teslim ettim. Bir özetinin, ilkin gazetede birkaç gün yazı dizisi olarak verilmesi, hiçbir şekilde değiştirme, ekleme çıkartma olmaması, Yılmaz’ın bana yazdığı mektupların Milliyet Sanat’ta yayınlanması, daha sonra kitap olarak basımı ve bütün malzemeyi yayına hazırlama sorumluluğunun Zeynep’te olması gerektiğini söyledim. Bu arkadaşlarım verdikleri sözlerde harfiyen durdular. Umur, diziyi 30 Ağustos ‘94’te ilk sayfadan tam sayfa olarak başlattı. Bu ona büyük sorun yarattı. 30 Ağustos günlerinde gazetelerin ilk sayfa alışkanlığına aykırı bir durumdu. Umur bana hissettirmedi ama Genel Kurmay’ın gazeteye ‘Neden geleneğe uygun olarak Atatürk resmi değil de Y.Güney?’ diye tepki gösterdiğini öğrendim. Bir süre sonra Umur’un Genel Yayın Müdürlüğü’nden alınmasında, tek neden bu olmasa da, nedenlerden biriydi. Kendisine de söyledim, bence iyi de oldu. Çünkü Umur yazarlığa başladı ve onuru çelikten bir yazar kazanmış olduk.

Vedat abi’nin söylediği her şey çıktı. Daha, kitap olarak bile yayınlanmasını beklemeden, yani okumadan saldırıya başladılar. Sağdan soldan saldırı kampanyası altında kaldım. Herkes her taraftan her küfürü ediyordu. Yılmaz’ın birden bire güncelleşmesi karşısında şaşkınlığa düşen karşıdevrimcilerin, faşistlerin küfürleri üstünde durmaya gerek yok. Sol bulamaçlı saldırı kampanyası ondan daha beterdi. Sözgelimi, S.Sarıoğlu, ‘Hatıra alınır hatıra satılır, veresiyemiz yoktur’ başlığı altında, ‘Güney imajı giderek en yakın arkadaşları tarafından şairane bir edeyla kirletililiyor. Güney’in gölge etmeyin başka çirkinlik istemez dediğini duyar gibiyim” diyerek kuru sıkı bir işaret fişeği attı. T. Taş adlı biri, Gerçek adlı dergide, “N.Behram 13 gün boyunca Güney’in kişiliğine ve sanatına saldırdı. Söylenecek fazla söz yok, ununu elemiş eleğini asmış zihinlerden çıkan anılar da Türkiye’nin bir gerçeği!” diye salyalandı. Evrensel Kültür diye bir dergide, M. Gündoğdu diye biri, “Yılmaz şimdi arkadaşı tarafından kıstırıldığı bu hain pusuda yanıtsız mı? Şapkalı arkadaş Azem olup yine sesleniyor: Yılmaz’ın hiddeti yer sarsıyor. Nihaaaat Nihaaaat kaç kuruşa ha kaç kuruşa ?” diye salyalarını köpürttü. Nur Sürer adlı aktrist “İhanete uğrayan Yılmaz” dedi, “Milliyet gibi lotarya satan bir gazetede Yılmaz’ın anısına sahip çıkılamaz” fetvasında bulundu. Kimisi “Yılmaz’dan intikam alıyor!” diye eveledi, kimisi “Devrimciliği bıraktı!” diye geveledi. 450 sayfalık ve yarısı zaten Yılmaz’ın bana yazdığı mektuplardan oluşan kitapta 4 satırın olsun altını ‘gerçek değil’ diye çizemeden. Ki biri çıkıp tek sözcük gerçek dışı söz bulsaydı, kitabı toplatmaya hazırdım. Yılmaz’a, cezaevinde, özgürlüğüne kavuşması için söz verdiğimde, bunun ömrümün yirmi yılına mal olacağını söyleselerdi ‘helali hoş olsun’ derdim. Şimdi aynısı olsa yine yapar yine aynısını söylerim. Yılmaz’a ilişkin yanlışları belirtmemin altında böyle bir maya var. ‘İntikam alıyormuşum!’ Varlığını insanlığın ve mazlum halkların zenginliği, dostluğumu onurum saydığım, gözümüzü kırpmadan nice belaları birlikte göğüslediğimiz bir insandan alacak ne intikamım olacak. Ama, işte, bu ‘vestiyer kafalılar’dan şimdi intikam alıyorum. Benzeri tipler, Güney Film’i yönettiğim ve polise iz saptırmak taktiğiyle değişik görüntülerle dolaştığım, Yılmaz’ın özgürlüğü için çırpındığım günlerde de dergilerinde “N. Behram devrimciliği bırakıp artistlik özentisiyle Yeşilçam’a transfer oldu!” türünden hem bana, hem Yılmaz’a saldıran yazılar yazmışlardı. Yılmaz’ın ‘Vestiyer Kafalılar’ yazısı o günlere denk düşer.

Yılmaz’ı, onun ateş yumağı yüreği, en korkusuz ve dehasal yeteneği kadar yapayalnız yanıyla da, korkuları, yanlışları ve kaygılarıyla da tanımış bir insanın yazdığı, her satırı gerçek olan, belgeleri, bilgileri ve tanıklarını sunan bir kitaptan rahatsızlık duymak ne anlam taşır? İşte Vedat abi, bu noktada devreye girdi. “Vakti geldi, yazacağım!” dedi ve Özgür Ülke Gazetesi’nde, ‘Düşünmeliyiz’ başlığıyla yazdı (Ekim ‘94). Yazı dizisi üç gün sürdü. Yazı her şeyden önce Yılmaz Güney sineması ve Yılmaz Güney kişiliği üstüne son derece önemli bir yazıydı. Vedat abi sadece benim değil Yılmaz’ın da ustasıydı. Yazısında, kitabımda anlatılanların gerçekler olduğunu ve doğruluğuna tanıklık edebileceğini söyledi. Bir şeyhin, ‘Biz uçmayız, bizi müritlerimiz uçurur’ sözünü anımsatıp, yazısını, “Nihat çok yararlı bir iş yaptı, alnından öperim!” diye bitirdi. Yazısında, “Lenin’in ünlü ‘gerçekler devrimcidir’ sözü, gerçek olmayan, doğrulara ters düşen, aldatıcı olanlar halklara zarar getirir anlamında da algılanmalıdır ne güzel söylemiş: ‘bir hakikat kalmasın Allahım alemde nihan (gizli)” diyordu. Kitabıma başlarken, “Evladım, gerçekleri yazacaksın, bu senin devrimci görevin ve Yılmaz’ı mitos elbisesinden soyundurup insan güzelliğiyle ortaya çıkaracaksın ki, insan Yılmaz’ın daha güzel olduğu görülsün” diye yol gösteren Vedat abi, Yılmaz’ın deyimiyle ‘vestiyer kafalılar’a, gerekli dersi de vermişti. (Bu yazıya V.Türkali’nin Ölmedikçe adlı kitabında ulaşılabilir.)

Anlamlı bir yazı da, önemli sinema adamı Burçak Evren’den geldi. Burçak, Negatif adlı sinema dergisinde, “Efsaneler de eleştirilir!” başlığı altında, “Nihat’ın Dostluğuna, düşmanlığına ve dürüstlüğüne sağlık. Alışılmışın dışına çıktığın ve sonuna kadar direndiğin için!” diyordu.

Vedat abi, bu yıl bahar aylarında, İsviçre’de konuğumdu. Dostlarımızı bir kitapçıda onunla buluşmaya çağırdım. “Bir daha yurt dışına çıkamam, hasret giderelim, kucaklaşalım. Dönünce yeni romanıma oturacağım, en büyük arzum yaşadığım yüzyıla tanık olmak, fakat bakalım ömrüm yeter mi?” diyordu. Bir imkân olsa, çıkarıp ömrümü vermeye hazırdım. Öyle güzel insan. Öyle bilge. Kitapçıya girerken bir ara gözü rafta benim Yılmaz Güney’le Yasaklı Yıllarımız kitabıma takıldı. “Bak oğlum dedi, zırıltılar vızıltılar kayboldu. Ama kitabın orada duruyor. Sana o zamanlar ben, kara kaşın, kara gözün için değil, yaptığın iş doğru diye sahip çıktım. Yılmaz’ı efsane, mitos elbisesinden soyup, yanlışları, doğruları, sevinçleri, korkularıyla insan güzelliğiyle ortaya çıkardın. Şimdi tersini söyleyen yok. Zahmet çektin, ama olsun, gerçeğin işçiliği zahmetlidir, göze alamayanın yapabileceği iş değil!” dedi.

Vedat abi, o engin ufkuyla, ölümlere birlikte gidip geldiğim, içi ateş topu Yılmaz’a sevgimi daha da derinleştirmişti. Gerçekliğin öğrencisi olmam yönündeki öğretmenliğiyle. Yılmaz öldüğünde doğan çocuklar bugün 25 yaşında olmuşlar. Ateşlenme, ateşe durma zamanlarıdır. Almayan hayata geç kalır. Yılmaz türü yanardağlar böyle anılır. Şan olsun içinde ateştopu taşıyanlara. Şan olsun Yılmaz’ın ölümsüz anısına.